Zaman insanların güzel olduğu yıllar. Yer Eskişehir. Mekan şehrin en çok dinlenen yerel radyosu. Mikrofonda ben. Şarkılar, türküler, sohbetler. Bir ara mola. Sonra Pelin’den gelen telefon. O zamanlar henüz telefonlar masa üzerinde duruyor ve ahizeyi telefondan ayırıp kulağına koyarak dinliyorsun. Ve bir anda ahizede duyduğun ses, yüreğine öyle kelimeler döküyor ki; anlatmaya kalksan binlerce tarifi var ama anlatmak istesen sadece bir salak gülümsemeyle tabiri mümkün. Diyor ki; -”baba oluyorsun ” Sanırım bu kendi küçük ama içinde sevinç olduğunu bildiğin ama şu ya da bunun gibi diye anlatamadığın, şahsına münhasır cümlenin sonrasında herşey daha bir başka oluyor insanın hayatında. Arkadaş olmak, sevgili olmak, aşık olmak, eş olmak başka, baba olmak ya da baba olacak olduğunu bilmek daha bir başka şey sanki. Yine 2 elin, yine 2 kolun var. Gözlerin yine aynı renk, ama bakışları farklı. Yüreğin yine aynı yerde ama atışları farklı. Hayat yine aynı ama senin beklediğin, senden beklenen farklı. Bir tek bunu biliyorsun. Ve adımların her zamankinden biraz “ama biraz” daha farklı. Ne baba olmamak ya da olamamak dünyanın sonu, ne de baba olmak ya da olacağını duymak başka bir yolun başı. Hayat böyle alıp oradan oraya koyuveriyor insanı. Ama bazen böylesine mutlu, böylesine çok mutlu oluveriyorsun. Bir parça daha tamamlanmış hissediyorsun. Ama ne olacak, nasıl olacak, sağlıklı mı doğacak, hangi gün doğacak, burcu ne olacak, adı ne olacak, saçının rengi, gözünün rengi, derken o ilk görüntüyü hafızana kaydedeceğin ana dek geçen süre su gibi geçip gidiyor. Sonra bir doktorun doğum odasının kapısından çıkarken kucağında taşıdığı garip, yeşil renkli örtünün içinden uzanan minicik bir pembe el yanından geçerken anlıyorsun ki dünya bir yana, önemli saydığın herşey bir yana dağılmış, sadece o minik pembe elin görüntüsü senin başlangıcın olmuş. Yavrusunu göremeyince telaşla bağırıp etrafta koşturan anne kedinin ruhu içine girmişçesine, ne oldu, nasıllar, iyiler mi, nereye götürüyorsunuz, eee? Derken, tansiyonun düşmüş bayılmışsın ve ayıldığında bir arabanın sağ ön koltuğunda ayılmış gibi görüyorsun kendini. Soluna dönüyor, bakıyorsun ki o yeşil örtüden uzanan aynı el direksiyonu tutmuş, teybe bir metal müzik cdsi takmış birlikte yol alıyorsunuz. İşte böyle bir şey zaman dedikleri de hayat dedikleri de. Akıyor. Ama ne zaman? Nasıl? Anlamıyorsun. İşin oluyor, gücün oluyor, hastan oluyor, sevincin oluyor, derdin oluyor, paran oluyor, paran olmuyor, huzurun oluyor, sağlığın oluyor, hastalığın oluyor, arkadaşların oluyor, düşmanların oluyor. Yalnızlığın da oluyor bazen. Ama herşey mutlaka ve mutlaka değişiyor. İyisi de oluyor kötüsü de oluyor. Ama herşey değişirken anne ya da baba olmak değişmiyor. Değişmesin de. Hiç birşeye sahip değilken ailen varsa yetiyor. Farkında olmasan da, birilerinin eşi, birilerinin babası, birilerinin çocuğu olmak sahip olduğun en güzel şey hayatta. Sahip olduğumuz en güzel şey o. Sizler bugün, güneş tam tepede iken; havanın sıcaklığından, işlerin çokluğundan, trafiğin yoğunluğundan, televizyondaki programdan, gündemdeki haberlerden yana zamanı yakalamaya çalışırken, ben, nereye baktığımın bir önemi olmaksızın, bundan tam 21 yıl önce gözlerimde dondurduğum o anı düşünüyor olacağım büyük bir ihtimalle. Gözbebeklerimde gözbebeğim.
Oğlum.. oğlumuz… “biz” olduğumuz. Mutlu yaşlar. Sevip sevildiğin, mutlu, uzun, sağlıklı ve büyük bir aile olman dileğiyle.
Doğum günün kutlu olsun…