Antreye bakan ve salonu olmayan üç odalı gecekondumuzun kendinden büyük bahçesinin neredeyse yarısına gölgesini vermiş olan asma’nın yaprakları ve üzüm salkımlarının altında yapardık Pazar kahvaltılarını. Yıllar 80’lerle adlandırılıyordu o zamanlar. Yan dairedeki bilmem ne beylerle eşi bilmem ne hanımların yerine yan bahçedeki Şerif ağabey ve Nazmiye abla, diğer bahçedeki Komşu Anne ve Ahmet Ağabey vardı. Adını, koltuğunun rengini, kardeşlerinin kim olduğunu bildiğimiz insanlar. O yüzden Pazar kahvaltılarımız açık büfe tadında yaşanırdı. Şimdiki gibi açık büfe kahvaltılardan çok daha anlamlı yaşanırdı üstelik. Aynı tabaktan zeytin alan aynı ekmeğin dilimlerini paylaşan ama birbirine bir günaydın bir afiyet olsun bile diyemeyecek kadar yabancılaşmış insanlarla değil, komşularımızla, dostlarımızla paylaşarak kahvaltımızı, başlardık hafta sonu keyfimize.
Ben erken kalktığımdan bakkala gidip sıcak ekmeği kapmak, gazetemizi almak ve Pazar zevkimiz için haftada bir yediğimiz yarım kangal sucuğu bakkal amcaya kestirmek görevlerim arasındaydı. Yarım kangal sucuk ve bolca yumurta. Sapsarı. Sanki hiç bitmezdi o Pazar sofrasının günümüzdeki yeri. Kahvaltı biter ama çaylar yeniden demlenir, gazeteler okunurken bahçede taze çaylar yine eşlik ederdi bize. Haberler hakkında konuşur, bazen yoldan geçen komşularla lafımızı uzattıkça, uzatırdık birlikteliğimizi. Yalnız yaşayan Nuriye Teyze’yi, karşı evde oturan Güler Abla’yı da alırdık soframıza bazen. Daha çok olalım, daha çok paylaşalım diye. Yüzünde gülücükler, cebinde benim için getirdiği leblebiler, çekirdekler olurdu hep Nuriye Teyze’nin. Kahvaltımızı bitirmek için acelemiz yoktu. Ne maillerimizi kontrol etmemiz, ne de alışveriş merkezlerindeki indirime yetişmemiz gerekmiyordu. Onlar da yoktu çünkü o yıllarda. Her şey gelişti, teknoloji ilerledi, hepimiz her birimize anında ulaşıyoruz belki ama ince belli cam bir bardakta karşılıklı tavşan kanı çaylarımızı içemiyoruz ne zamandır.
Sohbet sohbeti açar, çaylar çaylara eklenirdi o sabahlarda. Kaşık; içi boşalmış bardağın yanında ise ev sahibi bardağı alır çayını tazelerdi misafirinin, yok eğer kaşık bardağın üzerine kapatılmış ise de bu, misafir için ‘ziyade olsun, bu bana yetti’ demek olurdu. Başına maydanoz demetleri bağlamış veya bilmem kaçıncı kocasını boşamış artist eskisi kadın sunucular ev kadını olmanın püf noktalarını anlatmadığı için televizyon kanallarında kendi hayatımızı, ya da komşularımızın yaşanmışlıklarını paylaşırdık Pazar sohbetlerimizde. Kahvaltı masamızın yanına konuşlanmış ve bahçe duvarına yaslanmış sedirde otururken, gelen gidenden haberler alır, ayaküstü laflardık. Öğleye doğru ise artık bütün sokakta hatta mahallede kim ne yapmış ne yapacak herkes bilirdi.
Babalar için; genelde futbol izlemek ya da oynamak olan pazarlar genelde anneler tarafından hazırlanan tamir bakım listesinin uygulamaya geçtiği günler olurdu. Evlerin camları açık, içeride gezen insanlar birbirine tanıdık, televizyondaki maça verilen tepkiler ortak olurdu sokağımızda. Çoğu kez kesilen elektrikler tadımızı kaçırsa da iki ev arasında yolun ortasına gerilen ağ ile sokağımızda toplanıverirdik ağabeyler ablalarla. Yaşın, cinsiyetin önemi olmadan dağılırdık kapı önlerine. Arada bir sokağımızdan geçen haftalık veresiyeci perakendeci tüccarların arabalarına yol vererek devam ederdi voleybol, futbol karşılaşmaları dar sokağımızda. Kimse kimseyle kavga etmez, kimse hakeme küfür etmezdi oyunumuzda. Çünkü vaktiyle büyüklerimiz hangi şehirden gelmiş olursa olsun, İstanbul’un o “Keskin” sokağında, hepimiz kardeş ve kocaman bir aileydik.
Her ne demekse: okuyup “adam” olduk çoğumuz (!). edindiğimiz meslekler, giriştiğimiz ya da çalıştığımız işler sonrası onca yaşanmışlığın ve paylaşmışlığın olduğu gecekondularımıza arkamızı döndük. Daha yüksek, daha bir planlı, daha korunaklı evlerimizde hücre hayatı oluşturduk kendi ailelerimize. Kapısının küçücük bir merdiven boşluğuna baktığı, perdelerinin gündüzden kapatıldığı, komşu sohbetlerinin televizyon monologlarına dönüştüğü, bireylerin porselen çay fincanlarını alıp odalarına çekildiği Pazar günlerinde hapsettik hayatlarımızı. Ne pazartesinin geldiğine üzülür ne Cuma’nın geldiğine sevinir olduk artık. Her gün bir diğerinin yansıması sanki. Her gün bir diğerinin uzantısı gibi. Haftanın günleri; “Pazar ve diğerleri” artık. Uzun saatler boyu ailemiz olmayan insanlar arasında geçirdiğimiz çalışma günleri ve o saatlerden öcümüzü alırcasına alış-veriş merkezlerinde, trafikte, yabancı sokaklarda, yabancı insanlar arasında tükettiğimiz Pazar günlerimiz. Kocaman şehirlerdeki kocaman yalnızlığımız.
Eskisi gibi…
Atakan ATASOY – Nisan 2009
Ben erken kalktığımdan bakkala gidip sıcak ekmeği kapmak, gazetemizi almak ve Pazar zevkimiz için haftada bir yediğimiz yarım kangal sucuğu bakkal amcaya kestirmek görevlerim arasındaydı. Yarım kangal sucuk ve bolca yumurta. Sapsarı. Sanki hiç bitmezdi o Pazar sofrasının günümüzdeki yeri. Kahvaltı biter ama çaylar yeniden demlenir, gazeteler okunurken bahçede taze çaylar yine eşlik ederdi bize. Haberler hakkında konuşur, bazen yoldan geçen komşularla lafımızı uzattıkça, uzatırdık birlikteliğimizi. Yalnız yaşayan Nuriye Teyze’yi, karşı evde oturan Güler Abla’yı da alırdık soframıza bazen. Daha çok olalım, daha çok paylaşalım diye. Yüzünde gülücükler, cebinde benim için getirdiği leblebiler, çekirdekler olurdu hep Nuriye Teyze’nin. Kahvaltımızı bitirmek için acelemiz yoktu. Ne maillerimizi kontrol etmemiz, ne de alışveriş merkezlerindeki indirime yetişmemiz gerekmiyordu. Onlar da yoktu çünkü o yıllarda. Her şey gelişti, teknoloji ilerledi, hepimiz her birimize anında ulaşıyoruz belki ama ince belli cam bir bardakta karşılıklı tavşan kanı çaylarımızı içemiyoruz ne zamandır.
Sohbet sohbeti açar, çaylar çaylara eklenirdi o sabahlarda. Kaşık; içi boşalmış bardağın yanında ise ev sahibi bardağı alır çayını tazelerdi misafirinin, yok eğer kaşık bardağın üzerine kapatılmış ise de bu, misafir için ‘ziyade olsun, bu bana yetti’ demek olurdu. Başına maydanoz demetleri bağlamış veya bilmem kaçıncı kocasını boşamış artist eskisi kadın sunucular ev kadını olmanın püf noktalarını anlatmadığı için televizyon kanallarında kendi hayatımızı, ya da komşularımızın yaşanmışlıklarını paylaşırdık Pazar sohbetlerimizde. Kahvaltı masamızın yanına konuşlanmış ve bahçe duvarına yaslanmış sedirde otururken, gelen gidenden haberler alır, ayaküstü laflardık. Öğleye doğru ise artık bütün sokakta hatta mahallede kim ne yapmış ne yapacak herkes bilirdi.
Babalar için; genelde futbol izlemek ya da oynamak olan pazarlar genelde anneler tarafından hazırlanan tamir bakım listesinin uygulamaya geçtiği günler olurdu. Evlerin camları açık, içeride gezen insanlar birbirine tanıdık, televizyondaki maça verilen tepkiler ortak olurdu sokağımızda. Çoğu kez kesilen elektrikler tadımızı kaçırsa da iki ev arasında yolun ortasına gerilen ağ ile sokağımızda toplanıverirdik ağabeyler ablalarla. Yaşın, cinsiyetin önemi olmadan dağılırdık kapı önlerine. Arada bir sokağımızdan geçen haftalık veresiyeci perakendeci tüccarların arabalarına yol vererek devam ederdi voleybol, futbol karşılaşmaları dar sokağımızda. Kimse kimseyle kavga etmez, kimse hakeme küfür etmezdi oyunumuzda. Çünkü vaktiyle büyüklerimiz hangi şehirden gelmiş olursa olsun, İstanbul’un o “Keskin” sokağında, hepimiz kardeş ve kocaman bir aileydik.
Her ne demekse: okuyup “adam” olduk çoğumuz (!). edindiğimiz meslekler, giriştiğimiz ya da çalıştığımız işler sonrası onca yaşanmışlığın ve paylaşmışlığın olduğu gecekondularımıza arkamızı döndük. Daha yüksek, daha bir planlı, daha korunaklı evlerimizde hücre hayatı oluşturduk kendi ailelerimize. Kapısının küçücük bir merdiven boşluğuna baktığı, perdelerinin gündüzden kapatıldığı, komşu sohbetlerinin televizyon monologlarına dönüştüğü, bireylerin porselen çay fincanlarını alıp odalarına çekildiği Pazar günlerinde hapsettik hayatlarımızı. Ne pazartesinin geldiğine üzülür ne Cuma’nın geldiğine sevinir olduk artık. Her gün bir diğerinin yansıması sanki. Her gün bir diğerinin uzantısı gibi. Haftanın günleri; “Pazar ve diğerleri” artık. Uzun saatler boyu ailemiz olmayan insanlar arasında geçirdiğimiz çalışma günleri ve o saatlerden öcümüzü alırcasına alış-veriş merkezlerinde, trafikte, yabancı sokaklarda, yabancı insanlar arasında tükettiğimiz Pazar günlerimiz. Kocaman şehirlerdeki kocaman yalnızlığımız.
Unutulmuş Pazar kahvaltılarımız ve o eski sokaklarda kalan saflığımız, tertemiz insanlığımızla ne oldu da bu denli değişebildik. Nasıl bu kadar hızlı yol alabildik? Üstelik nereye gittiğimizi bilmeden. Hep her şeyin daha çoğu için kısa yaşamlarımızı büyük eziyetlerin altında günden güne inciterek, her gün biraz daha yorgun dalmaya başladık uykularımıza. İçi yün dolu yataklarımız ve yaylı divanlarımızda mışıl mışıl uyuyan bizler teknoloji harikası ortopedik yataklarımızda o huzuru bulamıyoruz güne başlarken.
Hadi bu Pazar günü hep birlikte, tüm aile, hatta anneleri, babaları, kardeşleri ve yakın bir dostu da davet ederek, devam eden saatlerdeki koşuşturmacayı da erteleyerek; şöyle, “adam gibi” bir “Pazar Kahvaltısı” yapalım. Ne dersiniz? Ne kaybedersiniz?
Eskisi gibi…
Atakan ATASOY – Nisan 2009
-1.jpg)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder