Kalemim ve objektifimin, anlatmak ve dolayısıyla paylaşmak istediklerimi aktarmak üzere, gözlerim ve ellerimle buluştuğu; öykü, şiir ve fotoğraflarımla çıktığım bir yolculuk bu. Kimi zaman heyecanla dümenine sarıldığım kimi zaman da rotasını rüzgara bıraktığım günlerimden biriktirdiklerim her biri. Bazen; doğru ile yalanın, hayal ile gerçeğin birbirine sarıldığı sözlerim ve gördüklerimle karşınızdayım. Sevgilerimle... aTakan aTasoy
17 Ekim 2011 Pazartesi
14 Eylül 2011 Çarşamba
İznik Roma Antik Tiyatrosu
Daha önce de gitmiş dolaşmıştım yıkık ve yorgun yapının harab olmuş taşları arasında. Ancak bu kez, aşağıda yer alan alıntı yazılarda da anılan tiyatro ile ilgili çalışmaların varlığı haberi beni heyecanlandırdığı için bir kez daha ziyaret ettim bu ay mekanı. Sanırım gelen gidenden utanmış olmalılar ki yetkililer girişte yeralan 'çalışma devam ediyor, girmek yasaktır' yazısını halen kaldırmamışlar. Ne bir çalışma, ne de bir görevliye rastalamak mümkün mekanda. 'taş olsa ağlar' dedikleri bu olsa gerek. Kulak kesilip gerçekten dinlediğinizde İznik'in bu kimbilir nelere şahitlik etmiş önemli mirasının her bir taşının ilgisizlikten ağladığını hissedebiliyorsunuz adeta. Aslında en doğru sözü ve durum özetini, tiyatronun sahne bölümünün hemen ardından geçen yolda bulduğumuz yavru kediyi severken yanımıza yaklaşan tatlı dilli ihtiyar bir amca dile getiriyor; "buralar da memleketin her bir yanı da cennet aslında. Ama gel gör ki insanımızda iş yok" ve asırlık eserin taşları üzerine sprey boya ile çizilen kalpler, duvar yazıları haksız olmadığını gösteriyor bize bu sözün. - Atakan Atasoy
Tiyatronun yorgun taşları arasında çınlayan tek ses oldu o gün bu sevimli yavru kedi. |
Kulak kesilip gerçekten dinlediğinizde İznik'in bu kimbilir nelere şahitlik etmiş önemli mirasının her bir taşının ilgisizlikten ağladığını hissedebiliyorsunuz
Daha önce de gitmiş dolaşmıştım yıkık ve yorgun yapının harab olmuş taşları arasında. Ancak bu kez, aşağıda yer alan alıntı yazılarda da anılan tiyatro ile ilgili çalışmaların varlığı haberi beni heyecanlandırdığı için bir kez daha ziyaret ettim bu ay mekanı. Sanırım gelen gidenden utanmış olmalılar ki yetkililer girişte yeralan 'çalışma devam ediyor, girmek yasaktır' yazısını halen kaldırmamışlar. Ne bir çalışma, ne de bir görevliye rastalamak mümkün mekanda. 'taş olsa ağlar' dedikleri bu olsa gerek. Kulak kesilip gerçekten dinlediğinizde İznik'in bu kimbilir nelere şahitlik etmiş önemli mirasının her bir taşının ilgisizlikten ağladığını hissedebiliyorsunuz adeta. Aslında en doğru sözü ve durum özetini, tiyatronun sahne bölümünün hemen ardından geçen yolda bulduğumuz yavru kediyi severken yanımıza yaklaşan tatlı dilli ihtiyar bir amca dile getiriyor; "buralar da memleketin her bir yanı da cennet aslında. Ama gel gör ki insanımızda iş yok" ve asırlık eserin taşları üzerine sprey boya ile çizilen kalpler, duvar yazıları haksız olmadığını gösteriyor bize bu sözün. - Atakan Atasoy
Milattan sonra 8. yüzyılda İslam Ordularının kuşatması nedeniyle taşları sökülerek surların güçlendirilmesinde kullanılan Marmara Bölgesi’nin en ihtişamlı ve yoğun seyirci imkânına sahip İznik Antik Roma Tiyatrosu ilgi bekliyor.
İznik Antik Tiyatrosu şehrin güneybatısında, göl kıyısı eli Yenişehir kapı arasında geniş bir alana inşa edilmiş. Kuzeybatı Anadolu'nun ayakta kalan ve en görkemli arkeolojik yapıtı olan tiyatro, Roma İmparatoru Trajanus döneminde M.S. 111-12 yılları arasında Bithynia Prokonsülü (Valisi) Plinius'un çabalarıyla yapılmış. Antalya Side Tiyatrosu gibi düz araziye yapılmış nadir ve görkemli yapı, 24 beşik ve 7 trapozoid tonozlu mekanların üzerinde yükselmekte. Tiyatronun üst caveası (oturma yerleri) yıkılmış, alt caveası ve diğer bölümlerinin taşları surlara taşınıp tamirlerde kullanılmış.
Bithynia Krallığı döneminde yapılan Roma Antik Tiyatrosu yapılan kısa süreli kazı çalışmalarının ardından kaderine terk edildi. Yaklaşık 20 bin seyirci kapasitesine sahip olan tiyatro, Bizans döneminde Latin istilası sırasında toplu mezar olarak kullanılmış. Yaklaşık 30 yıldır belirli aralıklarla sürdürülen kazı çalışmalarında bir sonuca ulaşılamayınca çalışmalar 2 yıl önce sonlandırıldı. Atıl haldeki bu yapıda, 2006 yılı içinde Kültür Bakanlığı’nın izniyle kurtarma kazısı şeklinde bir çalışma yapılmış. Restorasyon ve kurtarma kazısı bitirildiğinde ise TÜRSAB tarafından gerekli projeleri yapılacak olan ‘Roma Antik Tiyatrosu’nda bir türlü istenen çalışmalar -nedense- henüz yapılamadı.
13 Eylül 2011 Salı
PEGASUS WINDSURF LİGİ ŞAMPİYONASI
PEGASUS WINDSURF LİGİ ŞAMPİYONASI
KARADENİZ EREĞLİ ETABIYLA SONA ERDİ
Pegasus sponsorluğunda gerçekleştirilen Pegasus Windsurf Ligi Şampiyonası'nın son etabı Karadeniz Ereğli'de tamamlandı. Her hafta başka bir sahil şehrinde gerçekleştirilen şampiyona için Karadeniz Ereğli'nin seçilmesi ilçe halkını memnun etmiş olacak ki, yarışmalara gösterilen ilgi oldukça güzeldi. Son derece sakin, nezih bir ortam yakalayan sporcular belki de ilk kez uğradıkları ve yarışma boyunca 3 gün konakladıkları ilçeye hayranlıklarını sık sık dile getirirlerken, duyguları yüzlerine yansıyordu. Erkeklerde Bora Kozanoğlu ve bayanlarda Çağla Kubat'ın liderliği teslim aldıkları yarışmalarda bir diğer ilgi çeken sporcu da Pamir Saçkan oldu. 11 Eylül 2011 Pazar günü gerçekleştirilen son etap sonrası düzenlenen kupa töreni de yarışların sürdüğü 3 günde olduğu gibi yine sporseverlerin ve basının yoğun ilgisine sahne oldu. Karadeniz Ereğli Yelken Kulübünün ev sahipliğinde düzenlenen yarışlar hava şartlarının da beklendiği gibi uygun ve bol rüzgarlı geçmesiyl sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilerek tamamlandı - Atakan Atasoy
PAMİR SAÇKAN |
ÇAĞLA KUBAT |
14 Mayıs 2011 Cumartesi
Gezi: "Yolcudur Abbas Bağlasan Durmaz"

BOLU DAĞLARININ GİZLİ BAHÇELERİ

Daha önceki gezilerimizde uğradığımızdan, Mudurnu’yu pas geçiyoruz. Zaten Mudurnu gezip görmekten ziyade haftasonu konaklamak için ideal bir yer. Biz dinlenmek değil, yorulmak için geziyoruz oysa. Mudurnu’dan devam eden yol ve mekanlar bizi Göynük’e ulaştıracak. Özellikle Göynük sınırlarında yeralan iki göl; Sünnet Gölü ve Çubuk Gölü’ rotamız dahilinde. İlk olarak Sünnet Gölü’nde mola veriyoruz. 4-5 yıl önce geldiğimizden farklı olarak göl kıyısındaki tesis biraz daha yayılmış durumda. Az ilerisinde içinde havuzu da olan ayrı bir bina yapılmış mesela ve konaklamak için bungalovlar da biraz daha artmış sanki. Ama önceki gelişimde de olduğu gibi hemen girişte konukları karşılayan ve merkezi zapteden devasa sembol tavuk heykeli beni yine rahatsız ediyor nedense. Olmasa ne olur, olsa neye faydadır bilinmez. Tesisin hemen arka tarafında eskiden İstanbul Gülhane Parkında olduğu gibi çeşitli cins tavukların yeraldığı kümesler, köpek barınakları yeralıyor. Bir kısım horoz ve tavuklar da serbest dolaşıyorlar. Neden bazıları kümeste de neden bazıları değil ayrı bir merak konusu. Aslına bakılırsa cins ve özel olanlar kümeste sıradan bildiğimiz tavuklar ise dışarıdalar. Anlaşılan o ki; güzellik her alemde başa bela… Sünnet Gölü yapay bir göl olmasına rağmen çevre düzenlemesi ihmal edilmiş bir mekan. Su bir hayli yeşil, koyu yeşil. Kopkoyu. Yani elinizi soksanız parmaklarınızı göremeyeceksiniz neredeyse. Yeşillik, çimen, ağaçlar bol olsa da göl kıyısı boyunca ekili tek bir çiçek yok neredeyse. Objektiflerimizi boş yere dolaştırıyoruz göl kıyısında. Bu yüzden belki bir çok arkadaşım gölden çok ördekler ve kazlarla ilgileniyor fotoğraflarını çekebilmek için. Aracımıza binip göl kıyısında yapmak istediğimiz keşif turunu da yolun tek araçlık ve araçla gezmek için ideal olmaması nedeniyle yarım keserek vedalaşıyoruz mekanla. Peki ne yapılır burada diye soranlar için kısaca özetlemek gerekirse eğer; Sünnet Gölü, bungalovlarda konaklama ayrıcalığı olan ve bildiğiniz otobüs mola yerlerinin bir basamak üzerinde diyebileceğim bir yer. Ancak yörede ya da yakınlarda yaşıyorsanız haftasonu doğayla iç içe kahvaltı etmek, yapay gölün etrafında yürüyüş ya da koşu yapmak için ideal. Netice itibariyle beğeniler görecedir. Kendi adıma; tarzım değil demek yeterlidir sanırım. Yol üzerinde tesadüfen rastladığımız ve fotoğraflarda, benim “gizli bahçe” olarak adlandırdığım, topu topu bir evin bahçesi kadar yer kaplayan mekan ise fotoğraf açısından bizleri çok daha fazla heyecanlandırdı ve meşgul etti oysa.
Dedim ya, çok erken yola çıktık ve erken yola çıkmak için de yarı uykumuzla yetindik. Bu nedenle iki göl arasındaki güzergah benim uyku kaçamağım olduğundan anlatacak fazla bir şey yok yol üzerine. İşte geldik denir ya hani, ben de o sesle uykumdan ayrıldım ve araçtan indim. İnişimle birlikte ummadığım güzellikte bir mekana merhaba dedim. Tertemiz bir göl, içinde çiçek açmış ağaçlar, yanda tarlada çalışan insanlar. Karşı kıyıda Hollanda! Evet Hollanda! Ne ben bu kadar uyuyabilir, ne de bir günde bu kadar yolalabiliriz ama bu mekan yurduma ait olamayacak kadar ayrı ve aykırı nedense. Sormuyor, başlıyoruz keşfimize. Çubuk Gölü’ndeyiz. Aylardan Mayıs, günlerden anneler günü. Tarlada iki teyze, biri diğerine anne ve diğeri de onun torunlarına büyük ihtimalle. Soğan ekiyorlar. Gelişimize yabancılar ama gidişimizde anlıyorlar gezginler olduğumuzu ve sohbet ediyoruz bir süre. Mekan yerleşkeden uzak aslına bakarsanız ama bu değirmenler doğanın ortasında, bu göl kıyısında ne arıyor diye sorduğumuzda öğreniyoruz ki aslında burası bir dizi ve film platosu imiş. İlk olarak bir dizi çekimi için 2 değirmen inşa edilmiş. Daha sonra gelen gidenin beğenisini dikkate alan belediye yenilerini inşa etmiş. Neredeyse küçük bir mahalle oluşturmuş değirmenler. Daha sonra da bir film için kullanılmış mekan. Pencerelerde asılı bembeyaz tüller aldatıyor bizi. Meğer içlerinde oturan yokmuş. Biri hariç. Onda oturanın adı ise Ahmet. Ahmet’i ne gördüm ne tanırım. Pr’ını yaşlı babası yaptı bizlere. Canım dedem yaa, kulakları neredeyse söylediklerimin anca yarısını duyuyor olsa da sohbet etmek için çabaladı durdu bizlerle. Oğlu Ahmet’in demlediği çaya ikram etti bizleri değirmene. Ama hani bahtım bağlandı derler ya hani, nedense hiç birimiz uğramadık ne Ahmet’e ne de değirmenlerin içine. Hayranlığımız, gördüklerimizin sarhoşluğu yapıştı üzerimize sanki. Bol bol çekim yaptık, izledik, içimize çektik Çubuk Gölü’nün güzelliğini. Göynük sınırlarındayız. Ama henüz ilçe merkezine varmadık. O da bir sonraki yol hikayemde olacak…
1 Şubat 2011 Salı
İZNİK - NICEA
İZNİK (NICEA)
Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY
Tarihi değerlerini, doğal güzelliklerini bir iki sayfaya sığdıramayacak kadar güzel ve bir o kadar önemli bir şehir İznik. Sırtını zeytin bahçeleriyle kaplı ovası ve dağlarına yaslamış, yüzünü akşamları güneşi en güzel renkleriyle uğurlamak üzere İznik Gölü’ne dönmüş sakin, huzurlu, güleryüzlü bir kent.
Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY
Tarihi değerlerini, doğal güzelliklerini bir iki sayfaya sığdıramayacak kadar güzel ve bir o kadar önemli bir şehir İznik. Sırtını zeytin bahçeleriyle kaplı ovası ve dağlarına yaslamış, yüzünü akşamları güneşi en güzel renkleriyle uğurlamak üzere İznik Gölü’ne dönmüş sakin, huzurlu, güleryüzlü bir kent.
Yerli gezginlerin henüz rotasına yeterince katmadığı İznik, yaz aylarıyla birlikte yurt dışından gelen yüzlerce ziyaretçisiyle tam bir turizm merkezi. Göl boyunca uzanan ve çoğu bölümde araç trafiğine kapalı Arnavut kaldırımlı sahil şeridinde neredeyse günün tüm saatlerinde ayrı bir huzuru yaşamak, farklı güzellikleri tatmak mümkün. Özellikle gün batımlarında kıyıdaki çay bahçelerinde içilen çayların tadı bir başka. Yürümekten ve yürürken keşfetmekten hoşlanıyor iseniz uğrayacağınız her sokakta karşınıza ilginizi çekecek küçük çini atölyeleri, turistik eşya satan dükkanlar mutlaka çıkacaktır. Eğer bu atölyelerden birine uğrayacak olursanız mutlaka sizinle sohbet edecek, çalışırken sizi izlemesine izin verecek birilerini bulmanız zor olmayacaktır.
İznik, hangi yönden gelirseniz gelin sizi çepeçevre surlarıyla karşılamakta. Mahalleler arasında sur duvarları sağlam bir şekilde ama rahatsız etmeden direniyor zamana. Büyük şehirlerde görmeye alıştığımız çok katlı binaların kirliliğinden eser yok kentte. Otelleri dahi göl kıyısında en fazla iki katlı ama mutlaka kendi içinde barındırdığı çay bahçeleriyle ayrı bir güzellikte duruyor.
Nereden başlamalı, nasıl gezmeli diye soracak olursanız eğer size tavsiyem 1388 yılında Sultan I. Murat’ın annesi tarafından Nilüfer Hatun’un anısına inşa edilmiş olan İznik müzesi olacaktır. O zamanlar İmaret olarak kullanılan yapı, yoksullar için her gün yemek dağıtan bir hayır kurumu iken, 1960 yılında müze olarak hizmete açılmış. 14. yy Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan İznik müzesinde Prehistorik dönemden Osmanlı dönemine kadar ki döneme ait eserler sergileniyor. Kent merkezinde bir diğer önemli ziyaret yeri olan Ayasofya müzesi ise 4. yy’da kilise olarak inşa edilmiş. 11 yy’dan sonra onarım gören yapı 1331 yılında Orhan Gazi tarafından camiye çevrilmiş. Hristiyanlarca önem taşıyan yapıda, Bizans dönemine ait freskler ve tabanda mozaikler bulunuyor. Adını inşa edildiği dönemden alan Roma Tiyatrosunda ise kazılar hala devam ediyor denmesine rağmen ziyaretlerimde bunu ispatlar görüntülere rastlamadım desem yanlış olmaz sanırım. Benzerleri gibi oldukça geniş bir alanı kaplayan tiyatronun ayrı bir havası var. Özellikle modelli fotoğraf çekimi yapmak için mekan arka planda son derece
güzel görüntüler sunuyor. Mekanlar arası geçişler zamanda yolculuk ediyormuşsunuz ya da aniden farklı bir mekana ışınlanmışsınız hissi uyandırıyor. Antik tiyatrodan ayrıldığınızda birden farklı bir mahallenin sokaklarında yürüyor buluyorsunuz kendinizi. Sonra birden bire yine göl kıyısında yürüyor ve rüzgarda dans eden akasyaların, söğütlerin dallarını izlediğiniz fark ediyorsunuz. Farklı yaşamların hayat bulduğu dar sokaklar arasında bir bakmışsınız cam kenarında elindeki çini tablet üzerine renklerden desenler konduran bir ele odaklanmış kalmışsınız. Bazen de iki ev arasındaki boşluk dikkatinizi çekiyor ve bu kez antik bir kazı alanının başındasınız, tarihinizi izliyorsunuz bir el dokunuşu uzaklıktan. İznik böyle sürprizlerle dolu bir kent. Dile kolay, dört imparatorluğa başkentlik yapmış nadir yerleşimlerden biri olan İznik. Bitinya, Bizans, Selçuklu, Osmanlı imparatorluklarına başkentlik yapmış. “İznik'te M.Ö 2500 yıllarından itibaren uygarlıkların varolduğu biliniyor. M.Ö 316'da Makadeona İmparatoru İskender'in komutanı Antigonos tarafından yenilenen ve Antigoneia adını alan kent; Antigonos'un Lysimakhos'a yenilmesinden sonra muzaffer komutanın eşi Nikaia'nın adını almıştır. M.Ö 293'te Bitinya krallığına katılmış, bu dönemde önemli mimari eserlerle donatılmış ve bir süre de krallığın başkenti olmuş. Daha sonra önemli bir Roma yerleşim birimi olarak varlığını sürdürmüş. İznik, 325 yılında Hristiyanlık açısından çok önemli bir olay olan I. Konsül toplantısına ev sahipliği yapmış. Bu toplantıda Hz. İsa'nın tanrıdan dünyaya gelmediği tezine karşılık, tanrının oğlu olduğu görüşü baskın çıkmış, hristiyanlık ile ilgili yortu günleri ve 20 maddelik Nikeia Kanunları kabul edilmiştir. 787'de toplanan VII. Konsül de İznik'te gerçekleşmiş ve bu konsülde resim ve heykel üzerindeki yasakları kaldırmış.Bizans ve Selçuk'a da başkentlik yaptıktan sonra 1331'de Orhan Gazi tarafından Osmanlı topraklarına katılmış; sanat, ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir.”
Her ne kadar 14,15 ve 16. yy’larda adını İznik Çinisi adıyla da duyurmuş olmasına ve Bursa yöresine has simgelerden biri olan Zeytin ile de bütünleşmesine rağmen aslında önemli bir meyve tarımcılığının sürdürüldüğü yer İznik. Tarihinden ve doğasından ayrılmayı göze alabilirseniz meyve bahçelerine doğru çevirin rotanızı. Alçak boylu şeftali ve elma ağaçlarının, kiraz bahçelerinin, müşküle üzümü adıyla ün salmış bağlarının arasında, o mis kokularda ayrı bir güzelliğe şahit olacağınızdan emin olabilirsiniz. Hele ki hasat zamanı ise ve bahçe sahibi de orada ise kendi ellerinizle toplamanıza izin verecektir yanınızda götürmek istediğiniz meyvelerden.

Kısa başlıklarla İznik’e neden gitmeliyim diyenler için hatırlatmak gerekirse;
VII. Konsil'in toplandığı Ayasofya Kilisesini görmek, İznik çinilerinin yapıldığı atölyeleri gezmek ve satın almak, tatlı su ürünlerinin tadına bakmak, göl kenarında gün batımına karşı semaverde çay içmek, sıcak yaz günlerinde gölün sularında yüzüp eğlenmek, yüzyılların tarih ve kültür özetini İznik müzelerinde izlemek, İznik kalesine çıkıp “vay be ne manzara” diyebilmek, bahçelerden meyve satın almak, meşhur köftecisinde ızgara köfte yemek, fotoğrafçı iseniz kocaman bir platoda elde makine çekim yaparak gezmek, çevre köylerde keşfe çıkmak, yaşadığını fark etmek, fark ettiğinin tadına varmak diyelim. Gerisi size kalmış…
İZNİK FOTOĞRAF ALBÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ
İZNİK FOTOĞRAF ALBÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ
31 Ocak 2011 Pazartesi
YÜREK KOCA BİR LİMAN - by aTakan aTasoy
Kimi yürekler vardır ayakta duramaz tek başına, korkar yalnız kalmaktan , korkar açıklarda boğulmaktan, dalgalarla boğuşmaktan. Arar hep sığınacağı, yaslanacağı bir liman.
Kimi yürekler vardır; limandır. Kocaman bir liman... gelen geçen yolculardan tutun da bir ömürlükleri barındıran, koruyan, sevip, saran. Kimi yürek vardır her uğradığı limandan bir parça alan hatıra yanında. Söker koparır parçalarını ardına koyduğu limandan.
Kimi yürek vardır her gelen yolcuya bir yer açar içinde her giden yolcuya bir iz katar kendinden. Onlarla büyür, onlarla yol alır gidemediği uzaklara. Gözleri, gözleri... yelkenleri, kanatları olur sanki. Mıhlandığı hayatından yasaklar çalıp saklar yolcuların valizlerine. Gidemese de göremese de ucundan köşesinden bağlıdır ayaklarıyla karaya. Tüm yapabildiği çalınmış anların mutluluğunu yaşamak, bunu mutluluk saymaktır. Bile bile rüyasının çaresizliğinde gömülüp durduğunu, bile bile yaşadıklarının sadece ama sadece bir rüya olduğunu... - aTakan aTasoy
30 Ocak 2011 Pazar
28 Ocak 2011 Cuma
26 Ocak 2011 Çarşamba
21 Ocak 2011 Cuma
SOLOEIS "SÖLÖZ" - köyüm (Orhangazi - Bursa)
Bursa'nın Orhangazi ilçesine bağlı Sölöz köyü İznik Gölü'ne uzanan zeytin ağaçlarının kokusuyla içinize işleyecek güzellikleri sınırları içerisinde barındırıyor. Yalova'dan Bursa istikametine 15 dakikalık bir yolculuktan sonra geleceğiniz Orhangazi'den sol tarafa 2. İznik sapağına döndüğünüzde yine bir 15 dakika sonra yol üzerinde Sölöz'ü görebilirsiniz. Devam ettiğinizde sizi 30 dakika sonrasında İznik karşılacaktır.
20 Ocak 2011 Perşembe
SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ - "Bitmeyen Gelenek"
"Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir?"
SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ
Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY
Aslında kimsenin acelesi yok. Kimi ağaç dibinde, kimi dalların üzerinde kah sohbetlerini sürdürüyor. Kah yanık yanık türküler söylüyor, kah neşelenip karşı bahçeleri çınlatıyorlar şarkılarıyla. Köylünün o en saf en güzel işbirliği içerisinde, dolan sepetler ağaçlardan indirilerek traktörün arkasındaki büyük selelere yerleştiriliyor. Biz de onların dilinden dökülen şarkılara eşlik ediyoruz zeytin toplarken.
güneş tam tepemize ulaşmışken yemek molası verip tarlanın dere tarafında seleler ters çevrilerek yapılan masanın etrafında toplanıyoruz. Domates, biber, peynir, acı salça, köy ekmeği ama ille de zeytin. Fazlasıyla sade ama öylesine tatlı ki yiyeceklerimiz. Belki de bize öyle geliyor. Zeytin dallarının uzandığı soframızda köy ekmeğine sürdüğümüz zeytin ezmesi başka bir tat taşıyor bugün sanki. Yemeğimizin ardından derenin serin sularında ellerimizi yüzümüzü yıkayıp tekrar işe koyuluyoruz kaldığımız yerden ve aynı heyecanla zeytin toplama işini sürdürüyoruz. Güneşin dağların ardına doğru saklanmaya başlamasıyla anlıyoruz vaktin ne kadar çabuk geçtiğini. Bugünlük tarladaki işimiz bitti. Ama devamı var. Güneşin batışı, işlerin bitişi demek değil Sölöz’de. Toplanan zeytinler eve götürülüp makinede önce tanelerine sonra da yeşili, kızılı, siyahına göre renk renk ayrılacak nasırlı ellerde.
SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ
Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY
Fonda bir ressamın özenli fırça darbelerinden çıkmış bir tablo gibi gözlerinizin önüne serilen masmavi İznik Gölü ve alabildiğince yeşilin gölün eteklerine kadar uzandığı zeytin bahçeleri..
Bursa’nın Orhangazi İlçesine bağlı Sölöz Beldesindeyiz. Yakında bir Sölöz daha var. Ancak o, göle biraz daha uzak ve daha yukarılarda. Önceleri Rum vatandaşlarının da sakinleri arasında olduğu bu köyden kimi zaman “Aşağı Sölöz” kimi zaman da “Müslüm Sölöz” diye ayırdediliyor şu an sokaklarında dolaştığımız belde.
İstanbul’dan hareketle feribot ulaşımı dahil olmak üzere yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra önce Bursa yolu üzerinde bulunan Orhangazi’ye ve oradan da solumuzda kalan İznik Gölü’nü takip ederek Sölöz’e ulaşıyoruz. Beldeyi tam ortasından geçen anayol ikiye ayırıyor. Merkezinde yeralan kahvehane sayısı dikkatimizi çekiyor ilk olarak. 550 haneli ve 2200 nüfuslu Sölöz’de 6 adet kahvehane var. Halkın geçim kaynağı özellikle zeytinciliğe dayalı tarımcılık. Ancak 70’li yılların öncesinde köyde ipekböceği üreticiliği yoğun bir şekilde yapılmakta iken bugün artık bu işle uğraşan kalmamış. Bursa’nın meşhur ipeğinin hammaddesini oluşturan ipekböceklerinin besin kaynağı olan dut ağaçlarının zeytinliklere daha fazla yer açılması amacıyla kesilmeye başlanmasıyla bu uğraş azalmış ve neredeyse unutulmuş. Bunun bir başka nedeni de eski geniş avlulu köy evlerinin zamanla yerini çok odalı modern evlere bırakması ve bu iş için evlerde mevcut geniş alanların azalması diyor çaylarımızı içerken konuştuğumuz köyün muhtarı. Yine de çevre köylerde bu gelenek sürdürülüyor. Kaybolan sadece ipekböcekçiliği değil Sölöz’de. 70’li yıllarda başta gelen tarım ürünleri arasında köyün adıyla nam salan iri Sölöz Karpuzu da hayvancılığın yokolmasıyla birlikte üretilmemeye başlamış. Ancak hala Bursa’nın ipekli kumaşları, dokumaları çok meşhur ve bir o kadar da güzel...
1968 yılında lektrikle buluşmuş belde. Elektrikten önce gezici sinemalar gelir jeneratörden sağlanan elektrikle köyde film izlenirmiş. Elektriğin gelişiyle birlikte 1968 yılında Sölöz’de kurulan sinema 1974 yılına kadar faaliyetini sürdürmüş. Sonrası her sinema salonunun akıbetiyle aynı olmuş televizyonun gelişiyle...
1989 yılında belediye olan Sölöz’de mevcut tarım kredi kooperatifi uzun yıllardan beri faaliyetini sürdürmekte, köylünün zeytinini satın almakta ve gübre, tarımsal ilaç gibi ihtiyaçlarını kredili olarak karşılamakta. İki yıl önce köylü tarımsal kalkınma kooperatifi adı altında bir kooperatif daha kurmuş.
Ciğerlerimize çektiğimiz tertemiz hava, tepelerdeki kardan örtüye rağmen içimizi ısıtan güneş altında kahvehanenin bahçesinde ikinci çaylarımızı içerken, muhtar da elinde zeytin çekirdeğinden yapılma tespihiyle anlatmaya devam ediyor beldeyi. O anlattıkça ertesi sabah katılacağımız zeytin toplama işlemi için daha bir sabırsızlanıyoruz. Zaman hasat zamanı. Zeytinler olgunlaşmış, iyiden iyiye kararmış dallarda. Kahvehaneler uzak yollardan hatta Ege Bölgesinden gelen sezonluk işçilerle dolup taşmış, neredeyse oturacak yer yok masalarda. Hasat, mevsim şartlarına göre Kasım-Şubat aylarını kapsıyor bölgede. Köy merkezinin göle uzaklığı 3 km. ancak arada kalan bu mesafe köylünün tarımda kullandığı zeytin bahçeleriyle kaplı. Bölgede son yıllarda sanayi yatırımları hızla artmış. Çeşitli fabrikalar kurulmuş. Bunlar arasında; Asilçelik, Cargill, Döktaş, Elsan Elyaf, Ormo Yün, Poliflex’i saymak mümkün.
İznik gölü’nde sazan başta olmak üzere değişik türde balıklar yaşamakta. Bunun yanısıra gölde avlanan tatlısu istakozu ve gümüş balığı yurtdışına ihraç ediliyor. Özellik
le gümüşbalığı Yunanistan’da alıcı bulurken, istakoz da başta Fransa olmak üzere çeşitli ülkelere ihraç ediliyor. Yurtdışında lüks lokantaların sofralarının vazgeçilmezleri arasında yeralan bu tatlar belde halkı için neredeyse yaz sezonu boyunca sıradan yiyecekler haline gelmiş muhtarın anlattığına göre. Çünkü mesafesi her ne kadar köye çok yakın da olsa neredeyse yaşayanların tamamı tüm yaz günlerini gölün ve doğanın tadına vararak, göl kıyısına yaptıkları ağaç kulübelerde geçiriyorlar.
ÖNDE ZEYTİN AĞAÇLARI ARKASINDA YAR
![]() |
Sölöz'ün zeytin bahçeleri - foto by aTakan aTasoy |
Güzel bir günde horoz sesleriyle uyanıyor ve tarlaya gitmek üzere hazırlanıyoruz gün doğarken. Kısa bir kahvaltının ardından kadını erkeği, genci yaşlısı oniki kişilik bir ekiple traktörün arkasındaki yerimizi alıyor ve düşüyoruz yollara. Köyün göle doğru ilerleyen toprak yollarında bir yanımızda deli gibi bizden önce göle ulaşmak çabasında olan derenin heyecanı, diğer yanımızda alabildiğince uzayıp giden zeytin tarlaları ağır ağır ilerliyoruz onbeş dakikalık bir traktör yolculuğunun ardından zeytin toplayacağımız tarlaya geliyoruz. Önce 40 basamaklı, kavak ağacından yapılma merdivenler indiriliyor ve ardından herkes beline bağlayacağı örgü sepetleri, seleleri alıp dağılıyoruz ağaçların arasında. Kimi dip denen ve asıl zeytinyağ üretiminde kullanılan yere dökülmüş olan zeytinleri toplarken kimi de merdivenler yardımıyla uzandığı yüksek dallardan Marmara’nın eşsiz lezzetiyle ünlü sofralık zeytinlerini toplamaya başlıyorlar. Çoğu kişinin ayrı ayrı ağaçlarda yetiştiğini zannettiği yeşil ve siyah zeytinleri birbiri ardına belimizdeki sepetlere dolduruyoruz tek tek. Bunlar daha sonra makinelerde ebatlarına göre ayrılacak, ardından rengine göre yeşil zeytin veya sofralık sele zeytini, fıçı zeytini olmak üzere belirlenecek. En küçük boyda olanlar ise yağ fabrikasına götürülerek zeytinyağı üretimi için ayrılacaklar. Bölgede zeytinden alınan verim iklim şartlarına göre değişiklik gösteriyor. Böyle olunca da her yıl elde edilen ürün miktarı ve kalitesi farklılıklar gösteriyor. Ama zeytin toplama yöntemine baktığımızda görüyoruz ki, Akdeniz ve Ege bölgelerinde kullanılan sırıkla toplama ve silkme yöntemleri burada uygulanmıyor. Bu da ağaçların zarar görmesini, kırılmasını tabiri caizse küsmesini engellemiş oluyor. Kadını erkeğiyle herkes herbir zeytin tanesini tek tek dalından özenle koparıp dolduruyor sepetine.

39 bin yıldan beri insanoğlu’na meyvelerini sunan zeytin ağacı; bereketin, barışın sembolü olarak tarihte sürekli karşımıza çıkar bazen bir romanda, bazen bir kuşun gagaları arasında. Kimi zaman da altından bir süs eşyasıdır yaprakları, bir kraliçenin tacında. Merdivenin en yüksek basamağında dallara uzanan delikanlının elleri arasında düğün parası belki de, dilindeki şarkı gibi... “önde zeytin ağaçları arkasında yar, yar seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar...”

Yıllar önce toplanan tüm zeytin yine imece usulü evlerin avlularında tek tek elde ayrılırmış. Daha sonraları kullanılmaya başlanan zeytin ayırma makinesi işi öyle hafifletmiş ki köylü günün yorgunluğunun üzerine bu ayırma işlemine iş gözüyle bakmıyor. Yine de iş renk ayrımına gelince gözlerimizi dört açıyoruz. Neredeyse gece yarısına kadar süren ayırma işleminden sonra ertesi sabah yağhaneye götürülecek olan zeytinleri aracımıza yüklüyor ve odalarımıza çekiliyoruz.
VE ERTESİ GÜN
sofralarımızın siyah incisi zeytin, lezzet ve sağlık kaynağı zeytinyağına dönüşmek üzere yağhanede sırasını bekliyor. Civardaki 14 yağ fabrikasından biri olan Merak Yağ Fabrikası’ndayız. Bölgede Orhangazi, Gemiç, Dutluca, İznik ve civarlarında 6 adet kontini sistemli yani tam otomatik diye tabir edilen, 8 adet de pres yoluyla üretim yapılan eski sistemli yağ fabrikası, yağhane mevcut. Yağhane sahibi Turgut Merak, bizim meraklı gözlerimizden yabancı olduğumuzu anlıyor ve odasında ikram ettiği çaylarımızı içerken biz sormadan başlıyor anlatmaya.
-“Kullanmış olduğumuz makinelerin kapasiteleri 24 saatte 40 ton veya 60 ton (33 ton MERAK’ın kapasitesi) yağlık zeytin üretimi doğa şartlarına göre farklı olduğu için üretim de buna bağlı olarak değişiyor. Zeytin toplama ve yağlık zeytin elde etme sezonu normal şartlarda iki ay ancak bu süre bazen 1 aya indiği gibi bazen de 3 aya çıkabiliyor.”
2001-2001 sezonu için ortalama 700 ton x 6 = 4200 ton bölgede karayağhane’de (pres sistemli) 400 ton x 8 = 3200 ton zeytinyağı üretilmiş. Satışa değil, üretime yönelik bir çalışma sürdürülüyor burada. Yerel müşteriye hazır yağ veriliyor. Pazarlama sistemleri yok. Direkt talep halinde yağhaneden satış mümkün ancak bu da yine sezon süresiyle kısıtlı bir satış demek.
marka olmuş bir sızma yağın kilosu oldukça pahalı rafine oranı fiyatı bu kadar etkileyebilir mi diye soruyoruz kendisine. Cevabı bir hayli ilginç; -“ Büyük firmaların kendi malları arasında dahi fiyat farkı var. Ancak özünde kalite farkı yok. Üretim maliyetleri hemen hemen ve neredeyse kesinlikle aynı. Bunun arkasındayız. Reklam ve marka dolayısıyla fiyat farkı
oluşuyor. 15 asite kadar bu firmalar çeşitli bölgelerde üretilen yağları satın alıp rafine ederek 0,3 - 0,8 asit arasına kadar düşürüyorlar. Bizim yağımızın asit oranı 1 ile 2 arasında. Bu firmalar tüm bölgelerden zeytin almaktalar. Bu yıl mevsim itibariyle yağlık zeytin üretimi sadece Orhangazi bölgesinde gerçekleşti denebilecek kadar azdı diğer bölgelerimizde.”

Biz sohbetimizi sürdürürken, ellerimizle dalından tek tek topladığımız zeytinler önce yıkama makinesine alınıyor. Sıcak suyla harmanlandıktan sonra preslenip zeytinyağ olmak üzere hamur haline getiriliyorlar. Oldukça temiz bir ortamda ve dikkatli gözler arasında bir saati aşan bir süre sonunda musluktan altın sarısı yağımız akmaya başlıyor. İlk önce tüm yabancılığımla dudak büküyorum akan yoğun sıvıya. Sonra işlemin henüz bitmediğini hatırlatıyor arkadaşlarım. İkinci bir rafine işlemi için kazana geri dönüyor yağımız. Ve sonrasında biraz daha bekledikten sonra tenekelere ince ince akmaya başlıyor zeytinyağı. Bu kez daha bir sarı, daha bir güzel, daha bir duru. Orada olup taze yağ kokusunu duymanızı isterdim. Hani bir parça kızarmış ekmek olsa yanımızda, yağa batırıp yiyeceğiz.
Yağhane sahibi gelen her zeytini kabul etmiyor. Tuzlu suda bekletilen, zeytin kuyularında bozulmaya yüz tutmuş eski zeytinleri geri çeviriyor. Üretilen yağın kalitesini makinede birikmek suretiyle bozar endişesiyle her gelen köylünün malıyla tek tek ilgileniyor. Günlük çalışma saatlerini sorarsanız; sabah 07.30’dan sabaha karşı 03.00’e kadar çalışıyor makineler. Hele ki sezonun en yoğun zamanlarında gün, saat ayırdetmeden, full-time devam ediyor çalışmalar yağhanelerde.
Sölöz kıyılarından İznik Gölü'nde günbatımı - foto by aTakan aTasoy |
Gelecekte nerede görürüz bu çapta yağ fabrikalarını diye düşünmüyoruz. Çünkü Bursa’da köylünün bu geleneği, zeytin ağaçları meyve verdiği sürece devam edecek gibi. Hele ki sofralarımızın siyah incisi zeytin ve zeytinyağı, sağlığımız için bu denli önemli iken. Sadece sağlık değil zeytinin faydalarını sayarken söyleyeceklerimiz. köyde saçımızı yıkarken kullandığımız ev yapımı sabunların hammaddesi de bu yağ. Fabrikada kullanılan yakıt da yine aynı zeytinin hamurundan sonra kalan küspesi. Yapraklarının özellikle aktarlarda ilaç niyetine kullanılmak üzere kilo kilo satıldığını görebilirsiniz. Ama ille de gölgesi... bence en güzeli bu. Ayaklarınızı uzatıp sırtınızı dayadığınız zeytin ağacının gölgesinde karşınızda İznik Gölü, başınızda sığırcık kuşları, aklınızda hiç gitmeme düşüncesiyle öylece kalmak. Kalabilmek ne güzel olurdu. Ama hem bizi, hem de Sölözlüleri iş bekliyor. Bizim iki gününe tanık olduğumuz hasat devam ediyor henüz. Yarın başka bir arkadaşın zeytinliğinde ona yardım etmek üzere tekrar biraraya gelecekler. Tekrar traktörlerine doluşup tarlaların yolunu tutacaklar. Ana-babalarının, dedelerinin diktiği fidanların bugün büyümüş gölgelerinde zeytinli ekmeklerini yiyecekler hep birlikte...
Sonuç cümlesi mi? Hayır sonuç cümlesi yok bu yazıda. Çünkü heryerde olduğu gibi Sölöz’de de hayat herşeye rağmen devam ediyor. Çünkü sölöz’de hasat devam ediyor.
![]() |
Sölöz'de zaman - foto by aTakan aTas |
GÖKGÖL MAĞARASI
Türkiye’nin gezilebilen en büyük alana sahip damlataş mağarası - GÖKGÖL
Yazı: Atakan Atasoy
Zonguldak-Ankara karayolunun üçüncü kilometresinde yeralan ve İstanbul’dan hareketle aracınızın hızına göre dört ile beş saatlik bir zaman dilimi içerisinde ulaşabileceğiniz Gökgöl Mağarası Zonguldak’ın merkez ve çevresinde yer alan çok sayıdaki damlataş mağarasından turizme açılan ilk ve tek mağara olma özelliğiyle ayrılıyor. Ama Gökgöl Mağarası’nın önemli bir özelliği daha var ki o da turizme açık mağaralar içerisinde Türkiye’nin gezi alanı en büyük mağarası olması. Mağarayı ziyaret edenlerin içeride ilerledikleri mesafe tam 875 metre.
Aktif bir damlataş mağarası olan Gökgöl Mağarası’nın oluşma dönemi üçüncü jeolojik döneme rastlıyor. Milyon yıl öncesinden oluşarak günümüze gelmiş ve oldukça yaşlı olmasına rağmen hala aktif olma özelliğine sahip olan mağarada damlalar sürekli akıyor ve aktığı yol boyunca da yeni oluşumlar meydana getirmeye devam ediyor. Tabii ki bunda yağmur döneminin ve kış mevsiminin payı büyük. Dolayısıyla kış aylarında oluşum daha hızlı gerçekleşiyor. Çünkü kar ve yağmura bağlı olarak dışarıdan sızan su miktarında da artış oluyor. Mağara içinde debisi geniş bir akarsu ve yeraltı suyu var. Bu sular için yine de saf yeraltı suyu denemez. Bunlar yağmur sularının birikmesi ve bunun yanısıra yerüstünden geçen suların yeraltına süzülmesiyle oluşuyor.
Mağara içerisinde akan suların kendine çizdiği yol üzerinde sifon diye tabir edilen bir geçit var. Buradan kendine yeraltına doğru ilerleme şansı yaratan suyun kış aylarında bu geçidin tıkanmasıyla mağara çıkışına doğru ilerlemesi sözkonusu. Bu sebeple özellikle kış aylarında yağmurları takip eden zamanlarda 500 metreden öteye ziyaretçi alınamıyor.
600 metredeki galerinin adı HARİKALAR SALONU. Son galeri de MUHTEŞEM SALON olarak geçiyor. Görüntüsü ve oluşum yoğunluğu buranın daha çok dikkat çekmesini sağlıyor.
Gökgöl’de yapılan araştırmalar çeşitli mağaracılık kulüpleri ve MTA tarafından gerçekleştirilmiş ve yine ziyarete açılma kararı da MTA’ca verilmiş. Açılması sırasında hava, yer ve zemin tespiti MTA’ya bağlı profesyonel bir çalışma grubu tarafından yürütülmüş.
Halen MTA tarafından havanın temizliği, içerisinde farklı gazların oluşup oluşmadığını öğrenmek amacıyla düzenli olarak kontrol ediliyor.
![]() |
Gökgöl Mağarası - fotoğraf anonim |
Rehberimizin verdiği bilgiye göre son büyük depremler mağarada hasar ya da değişim gerçekleştirecek şekilde hissedilmemiş. İçeride diğer mağaralarda rastlanamayacak uzunlukta yükseltiler var ki bunların oluşma süreci 3-5 yıl ya da bir asır değil. Yalnızca 1 cm.lik sarkıt 200- 300 yılda gerçekleşiyor. Bir de suyun içerdiği magnezyum, demir, kalsiyum, karbonat dediğimiz mineraller de yoğunluğu orantısında etkili oluyor bu oluşumda. Küçük sarkıtları elle kırmanın mümkün olduğunu ama büyük olanların kolay kolay kırılmadığını, buna dayanarak içerdeki depremlerin 400 yıllık olabileceğini söylüyor görevli ekip bize.
Gökgöl Mağarasında yapılan araştırmalarda tarih içerisinde insanoğlunun bu mağaraya ayak bastığına dair bulgulara rastlanmamış. Yaklaşık 42 yıldır İl Turizm Müdürlüğü’nün resmi kayıtlarında var Gökgöl Mağarası. Buna rağmen civarda oturan halk çok daha uzun yıllardır (80-90 yıldır) mağaradan haberdar. Ancak şartlar elvermediğinden fazla ilerleyememişler mağara içerisinde. Çünkü içerideki su, mağara turizme açılmadan önce halen bilinen tek girişten dışarı akıyormuş. Mağarayı gezerken dere yatağının taşıdığı çakılların bir duvar örer gibi insan boyuna kadar yükselmiş olduğunun izlerini görüyoruz. Bu da bu bölümün uzun süre su ile dolu olduğunu kanıtlıyor. Özellikle kış aylarında oldukça fazla su barındırıyor mağara. Şimdi ise bu suyun çıkışa kadar gelme ihtimali yok. Bunun sebebi, akarsuyun değişmesi ve kanal sisteminin yapılmış olması. Diğer yandan mağaranın yapay olarak sonradan oluşturulan ve orijinal ağızdan biraz daha yukarıda olan ziyaretçi girişi de yüksekliğinden dolayı suya imkan vermiyor. İçeride yarasa dışında bir canlı yaşamıyor. Ancak doğal ortamları bozulduğu için eskisi kadar çok sayıda değiller.
Genelde mağaralarda görmeye alışık olduğumuz yeraltına doğru uzanan yollara burada rastlamıyoruz. Aksine, 700 metreye kadar kıvrımlarla düz olarak ilerlenen mağarada daha sonra son galeriye ulaşmak için yaklaşık 175 metre merdiven çıkmak gerekiyor. Gökgöl Mağarası’nın ölçülebilen uzunluğu yan kollarıyla birlikte 3350 metre. Boyuna üç kilometre gittiği biliniyor. Mağara içerisinde ilerlerken gördüğümüz güzelliklerin büyüsüne öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi, henüz çalışmaları yürüten ekiplerin bile gidemediği bu kollar boyunca kimbilir, doğanın ne harikalarıyla karşılaşacak insanoğlu diye merak ediyoruz arkadaşlarımızla. Gökgöl Mağarası gerçekten de doğanın yıllardır kendine sakladığı bir yeraltı cenneti gibi karşılıyor bizleri. Hele ilerlediğimiz yol üzerinde öyle noktalar var ki sadece durup kendi etrafınızda dönüp öylece bakmak, dakikalarca kalmak istiyorsunuz. Loş ışıklarla aydınlatılmış, altından su akan köprülerden geçiyor, daha yukarılarda tıpkı bir arkeoloji müzesinin bahçesinde dizilmiş eserler gibi yanyana sıralanmış oluşumların yeraldığı galerilere ulaşmak için merdivenlere tırmanıyorsunuz. Kimi zaman başınızı kaldırıp, tarihte kırılmış olan fay hattının altında ilerlediğinizi farkedip irkiliyor, kimi zaman başınızı aşağıya çeviriyor, her biri birdiğerini kıskandıracak renk ve şekle sahip damlataş örneklerini yukarıdan seyrediyorsunuz.
![]() |
Gökgöl Mağarası - fotoğraf anonim |
Gökgöl’de benzeri mağaralarda rastlanamayacak uzunlukta yükseltiler var. Bunlar arasında boyu 30-35 metreyi bulanlar var. Kapalı yer korkusu olan insanların bile rahatlıkla gezebilecekleri bir yer Gökgöl Mağarası. Öyle ki en alçak bölüm bile 1,70 m. civarında. Bu yükseltileri sağlayan iki sebep var. Biri mağara içerisinde bulunan ve killi kalker içeren bölümleri aşındıran akarsu, diğeri de deprem. İçerideki fay kırıklarını görmezlikten gelmek mümkün değil. Doğanın insanı ürperten bu mucizesini mağara içerisinde başımızı kaldırıp tavanda izlemek içimizi ürpertiyor.
Ziyarete açıldığı bir yıllık süre boyunca çeşitli turlar ve acentalar kanalıyla İstanbul, Ankara, Mersin, Adana, Bursa ve Almanya’dan gruplar gezmiş mağarayı. Turistik amaçlı ziyaretlerin yanısıra konuyla ilgili olarak üniversitelerden de gelenler olmuş. 1970’lerde İsviçre, Almanya ve birkaç ülkeden bu işle profesyonelce uğraşan insanlar gelip araştırmalarını yapıp gitmişler. Hatta İsviçre’de bir itfaiye ekibinin çantasında Gökgöl yazdığını biliyoruz diyor rehberimiz.
Geçmiş yıllarda; çeşitli dergi ve televizyon kanallarında tanıtılmış mağara. Yine de bize göre Türkiye’nin en büyük gezilebilen alana sahip mağarası olarak Gökgöl’ün daha çok tanıtıma, daha ciddi bir tanıtıma ihtiyacı var. Bunu gerçekten hak ediyor çünkü.
Damlataş mağaralarının önemli özelliklerinden biri astıma iyi gelmesi. Bunun sebebi havanın çok temiz olması ve minerallerin çözümü sırasında ortaya çıkan hava akımı. Mağarayı 34 derece sıcaklığın olduğu bir Temmuz gününde geziyor olmamıza rağmen içeride adeta donuyoruz. Çünkü mağara içindeki hava sadece 13 derece o gün. İçerideki gezimiz süresince rehberimiz bir yandan da ziyaretçileri kontrol etmek zorunda kalıyor. Yürüme alanı dışına çıkanları, oluşumlara dokunanları ikaz ediyor. Onun tıpkı çocuğunu koruyan bir anne yaklaşımındaki bu heyecanı bizi rahatlatıyor. Keşke gönlünü işine vermiş daha çok insan olsa Gökgöl’de, keşke daha çok kişiyle buluşsa bu mağara, keşke bu güzellikleri daha çok insan hissetse paylaşsa...
Gökgöl Mağarası haftanın her günü 09.00-18.00 saatleri arasında ziyarete açık tutuluyor. Giriş ücretleri de oldukça uygun. Mağara önündeki alanda bir büfe ve çay içilen alan, otopark mevcut. Mağarayı gezmenin yanısıra bu güzel yeşilliklerin arasında çay içmek için bile gelenler oluyor. Yolunuz düşerse ya da bir Karadeniz turu planlarınızda ise Gökgöl Mağarası’nı da mutlaka ama mutlaka bu plan dahilinde güzergahınıza ekleyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
BEREKETLİ TOPRAKLARDA ZEYTİN HASATININ ÖYKÜSÜ
"Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir?" SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY Fonda bir ressamın ...
-001.jpg)
-
Türkiye’nin gezilebilen en büyük alana sahip damlataş mağarası - GÖKGÖL Yazı: Atakan Atasoy Zonguldak-Ankara karayolunun üçüncü kil...
-
İstanbul'dan hareketle Yalova üzerinden gelinen Bursa yolu üzerindeki Orhangazi'ye bağlı köylerden biri olan Keramet Köyünde yer...