23 Ocak 2018 Salı

ERİK AĞACI


Güneşin dışarı kaçarken pencerenin pervazında sıkışıp kaldığı, günün batmakla batmamak arasında direndiği saatlerin karanlıktan korkarcasına yarına kaçmak için hızla ilerlediği anlardan biri. Öyle korkmuş öyle telaşlı duruyor ki komidinin üzerinde çalar saatim, tik takları koca bir yürek atışı gibi dolduruyor odamın içini. Yalnız olduğumu sandığım aslında koca bir yalnızlığı paylaştığım eşyalara takıldı gözüm. Hepsi kendi halinde hepsi gelişime umarsız, hepsi benden bihaber... neden sonra farketti beni pencerem. İçeri aldığı rüzgarla haber saldı eşyalara telaşla. Ve aynı telaşla kaçıştılar hepsi ayrı bir köşeye. Kaçmak isteyip de kaçamadığım anları, kurtulamadığım ve dahili olduğum hayatları düşündüm üzerine çöktüğüm ayrılık desenli kilimin üzerinde. O an farkettim ki bir o kaçmamış benden. Yerde kilimin üzerinde öylece duruyor. Ben ne kadar ondan kaçmayı becerebilmiş saysam da kendimi, o beni terketmemiş. Fotoğraf albümüm...  yerde, Kilimin kırmızı mavi renkleri arasında bana bakıyor. İki sayfa çocukluğum üzerine yapışmış, sayfalar arasında gülümsüyorum kendime. Sağımda babam, solumda annem. Ortada koca koca gözlerle gülümseyen ben. Yeni bir sayfada şimdi eskimiş yeni bir yaş. Pastanın üzerinde kaç mum var sayamıyorum çünkü mum yok. Pasta da yok. Hiç doğumgünüm olmadığından belki. Annemle öyle çok resmim de yok. Fotoğraflarımı hep annem çektiğinden belki. Albümlere sığmayacak kadar çok, herbirinde çocuk halimle güldüğüm fotoğraflar. Herbiri siyah-beyaz günlerini unutmuş, sararmaya yüz tutmuş bir yığın hatıra. Tutuştu tutuşacaklar. Uzanıp sayfanın kenarındaki közü uzak tutuyorum penceremden. Rüzgarı katıp alevlendirmesin diye ama nafile. Elim yanıyor dokunurken sayfalara. Bir kar fotoğrafı da olsa yakıyor elimi onca yıldan sonra. Bahçeli gecekondumuzun bana sonsuz bir alan gibi büyük gözüken mütevazı bahçesinde elimde koca bir kartopu gülümsüyorum kardanadama. Yanımda yengeler, komşu teyzeler, üzerimde annemin ördüğü hırka ve bere, ardımda erik ağacı. Her mevsim bahçeme ayrı bir güzellik katan o erik ağacı fon olmuş ardımda çocukluğuma. İşte bir diğerinde elimde kağıt kalem ben bir dalda, çantam başka bir dalda resim çiziyorum erik ağacının kolları arasında. Hayallerimi, belki de bugünümü resmediyorum.
 
 Kaçmak isteyince çıkar seyrederdim o ağacın kollarında mahalleyi. Sokağın diğer ucuna kadar kim geliyor, kim gidiyor görürdüm. Çoğu kez yan bahçe duvarından komşuannem seslenir onunla laflardık. Daha bebek denecek kadar küçükken annem bahçede çamaşır yıkarken beni de yanına alır, içeride çalan polis radyosundan çıkan namelere eşlik ederek işini görürmüş. Herhalde kanalı ayarlamaya gittiği anlardan biriydi. Annem içeride, leğen dışarıda, ben leğende tepetakla... işte bu yüzden bahçe duvarından atlayıp beni su dolu leğenden çıkardığı için “komşu-annem” o benim. Arka sokaklarda herkesin bir komşuannesi bir amcası daha vardır. İnsanlar birlikte büyür birlikte ölürler. Düğünlerde birlikte halay çekilir, cenazelerde komşu teyzenin yaptığı yemekler yenir hep birlikte. Mahallenin ağabeyleri senin ağabeyindirler, ablaları da ablan. Serpil abla gibi. serpil abla bahçenin diğer yanına duvar olan bizden yüksek iki katlı evin büyük kızıydı. Bizim asma çardağının altında çay içerken, yandaki kiremitlikten balkonlarına geçer, yediğimiz keklerden ona da verirdim. Annesiyle o da balkona çıkar sohbetimize katılırdı. Keklerin bir kısmı da annemden gizli kedilerime giderdi hep.  Öyle çok kedim vardı ki bahçemde. Çiçeklerim kadar neredeyse. O küçücük bahçede mısır çarşısından aldığımız tohumlara can verirdi bahar her yıl. Ne renk açacaklarını bilmeden merakla beklerdim. Ve o ilk çiçek çıktığında her ne renk olursa olsun bir çocuk doğmuş gibi mutlu olurduk annemle. İlk komşuanneme seslenirdim çiçeklerimi göstermek için. Sonra böbürlene böbürlene anlatırdım nasıl ektiğimi küçük ellerimle toprağa, nasıl suladığımı ve ne güzel açtıklarını. O da hep dinlerdi beni. Duvarın üzerinden görebildiğim yüzüyle. Bazen göremediğim, sesi soluğu çıkmadığı ya da bahçesinde başkalarıyla ilgilendiği, misafirleri olduğu zamanlar kıskanırdım komşuannemi benimle konuşmuyor diye. Hızla erik ağacına tırmanır, ne konuştuğuna, kimlerle oturduğuna bakardım. O gün bana hayrı olmayacaksa bahçeme iniş yapar çiçekleri küçük saksılardan daha rahat edecekleri büyüklerine geçirirdim. Mahalle gezmeleri bitmişse kedilerimle oyalanırdım. Kedilerimi hiç kapatmadım eve ben. Beni sevsinler ama bana bağlanmasınlar istedim. Ben yoksam da kendilerine yetsinler ya da özgürlüklerini yaşasınlar diye. Her tek gidişlerinden sonraki mevsim yavrularla döndüler bahçeme. Hepsine kucak açtık ben ve bahçem. Sarı-beyaz renkli beyzadem Yumak, kız kardeşi Sürtük ve onun açık külrengi yavruları. sonra onların yavruları, daha sonra yavruların yavruları. Sürekli bir hareket vardı bahçemde. Her bahar çiçekler açar, her bahar yeni yavrular gelirdi. İlkokul ikinci sınıf bittiğinde evdeki tek çocuk hakimiyetim sona erdiği yıllara kadar hepsi benim için birer kardeştiler. İki gün köye gitsek, her biri için komşuannemi ayrı, Serpil ablayı ayrı tembihlerdim aç kalmasınlar diye. Üzülürdüm her eve dönüşümde yemek yememişlerse eğer. Kedilerimle ilgili  hatırladığın en üzüntülü anım yavrulardan birinin araba altında kaldığı gündü. Hayır, ölmedi. En azından o gün. Karşı komşunun büyük oğlu Hüsamettin ağabeyim bizim bahçedeki araba garajından çıkarken farketmemiş ve ezivermişti zavallıyı. Arka ayakları ezilmiş, çığlıkları tüm gece bahçedeki karanlığı yırtarak kulaklarımda yankılanmıştı. Hiç uyumadım o gece. O dışarıda ben cam kenarında acı içinde sabahı ettik. Ve sabah olur olmaz kucağıma aldığım gibi hayvan hastanesine koştum. Taa ki hastane kapısından girdiğimde kesildi çığlıkları. Anlamıştı sanki iyileşeceğini diye düşünmüştüm. Doktora uzattım elimdeki kutuyu. Açtığında ‘istersen sana buradan başka bir yavru kedi verelim’ dedi. O minik bedeni buraya kadar dayanabilmişti. Elim boş döndüm eve. Hüsamettin ağabeye kızgındım, söylenip durdum, ağlayıp durdum kaç zaman. Sonra, birkaç yıl sonra Hüsamettin ağabey de Serpil abla da yavru kedimin yanına gittiler birlikte.

 
İstanbul’un adının kerbelaya çıktığı yıllardı. Suların birgün akıp bir ay akmadığı, muslukları açık bırakıp uyuduğumuz, tüm ev halkı borulardan gelecek sese kilitlendiğimiz günlerdi. Sıcaktı İstanbul o yaz. Her zamankinden daha da sıcak ve bir o kadar susuz. Arabası olanlar bidonlarını yükler, piknik yapmaya gider, dönüşte de savaş ganimeti gibi gördükleri içi su dolu bidonlarını kimselere göstermeden evlerine sokarlardı. Böyle bir Pazar günüydü. O gün canımız istemedi pikniğe gitmeyi. Serpil ablalar, karşı evdeki Hüsamettin ağabeyler ve kardeşler, çocuklar iki araba dolusu insan ve bagajlarda bidonlar pikniğe gittiler. Asmanın gölgesinde kahvaltımızı ederken uğurladık onları. Ve yine aynı asmanın altında akşam yemeğindeydik ki tek araba döndü piknikten, korkunç bir kaza haberiyle. Karşı yönden gelen başka bir aracın altına girmişlerdi Hüsamettin ağabeyin kullandığı araçla. Çocuklarıyla birlikte beş kişi dönmedi o akşam mahalleye. Ne o akşam ne de sonraki akşamlar... mahalle hep beş kişi eksik karşıladı sonraki baharları. Serpil ablanın annesi hep yalnız oturdu o balkonda sonraki yıllarda. O günden sonra bir daha kedilerim için üzülmedim. Üzülemedim. Kocası birkaç yıl boyunca her bayram mahalleye gelip kayınvalidesinin elini öptü. Sonra o da gelmekten vazgeçti. Belki evlendi, belki alıştı karısının ve küçük kızının ölümüne. Belki bıktı her bayram şu fotoğraflardaki gibi gülen yüzlerini sürekli hatırlamaktan.
 
 
Hep bir anı olsun diye poz verir saklarız da sonra bir gün baktığımızda yüzümüzde o acı tebessüm belirir. Ya bir yakınımızdır yanımızdaki uzun yıllar önce ölen, ya bir evdir taşınılmış, yaşanmışlarla terkedilmiş, ya çocukluğumuzdur uzaklarda kalmış. Ya da fotoğrafın kendisidir içinde sıkışıp kaldığımız. Tıpkı şu odanın içinde hapsolmuşluğum gibi. her gün bir milim daha üzerime inen duvarlar, başıma çöken tavan gibi. İşte pencere, işte kapı, çık hadi dışarı çıkabiliyorsan. Ya da çıkıp da çıktım, dışarıdayım diyebiliyorsan. Seçmişliğim böyle belli ki. Tercihim bizden değil, benden yana. Kimseyle ‘biz‘ olamamaktan yana derdim. Şu fotoğraflar gibi sararmaya başlayan kendim ne zaman tutuşacağım bir köşesinden bilmeden ama bekleyerek devam etmek zamana ve yaşamak çala kalem ne yazıldıysa, değiştirmeye çalışmadan. Dört duvarla çevrili bir firar ortamı. Sınırlar dahilinde kaç kaçabildiğin kadar ayrılık desenli kilimin renkleri arasında. Ya da saklan fotoğraf albümünün sayfalarından seni çağıran çocuğun avuçlarına. İşte her daim kaçış noktam köyümün yolları. Yanımda halam, zeytin ağacının dibinde oturuyoruz. Bir elimle kardeşimi yüzdürüyorum gölün sularında. Diğer elim mikrofon tutuyor şiir okurken okulun bahçesinde. Ve onlarca görüntü beliriyor sararmış fotoğraflar arasında hatırladığım. Hiç yazılmamış mektuplar gibi, çekilmemiş yığınla fotoğraf geçmişime dair. Bana dair. Kare kare, kopuk ama anlık mutluluklar, hüzünlerle kendimi buluyorum her birinde. Kilim toprak, duvarlar gökyüzü olup açıyor kapılarını odamın. Belli ki benim cesaretim olmadığını anlıyorlar bu yalnızlığı bitirmeye. Sonunda odamdan da kovuluyorum işte çocukluğumdan kovulduğum gibi. Bir albüm dolusu hatırayı kırmızı renkli, ayrılık desenli kilimin üzerinde bırakıyor ve uzaklaşıyorum yarı aralık pencerenin öte yanına doğru. Yaşanmışları yaşanmışlığıyla bırakıp yaşanmamışları yaşamak ve getirip boş kalan sayfalara yerleştirmek  üzere çıkıyorum dışarıya. Elimde yadigar fotoğraf makinem. Yavru bir kedi gelip sürtünüyor ayaklarıma. Dışarısı çok sıcak. İstanbul yine piknik havasına bürünmüş. Eğilip kucağıma alıyorum yavru kediyi. Mırıldanıyor;
 
 
– “Benimle pikniğe gelir misin?”  
 
 
Atakan ATASOY

Hiç yorum yok:

BEREKETLİ TOPRAKLARDA ZEYTİN HASATININ ÖYKÜSÜ

"Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir?" SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY Fonda bir ressamın ...