16 Haziran 2018 Cumartesi

BİGCHEFS TUZLA MARİNA AVM

Bloğumda gezdiğim gördüğüm doğal güzelliklerin yanısıra zaman zaman yeme içme konusunda hizmet veren mekanları da sizlerle paylaşıyorum biliyorsunuz. Bu bazen salaş ancak hizmet ve lezzet konusunda müşteriyi fazlasıyla memnun eden ucuz bir mekan olduğu gibi isim yapmış, kalitesi ve hizmetiyle bir adım öne geçmiş pahalı olmasının yanısıra buna değdi dedirtecek bir adres de olabiliyor.
 
Şeker bayramının ilk günü olması nedeniyle biz de ailece bayramı şehirde geçiren tüm İstanbullular gibi yakın mekanların keşfine çıktık. Tuzla'da hizmete açılan "Tuzla Viaport Marina AVM"yi ziyaret ettik. Eğlence ve alışveriş için tavsiye edebileceğim güzel bir yer. Açık havada alışveriş özelliğiyle insanı bildik alış veriş merkezlerinin kasvetli havasından uzaklaştırıyor en azından.
 
Alışveriş ve eğlence seçeneklerinin yanında olmazsa olmazlardan biri de yemek bölümleridir bilirsiniz. Bizim tercihimiz bigchefs oldu. Mekan deniz kıyısına yaklaşık 20 metre mesafede oluşuyla eşsiz bir manzara sunuyor müşterilerine. Menü tatminkar olmasına rağmen, et-tavuk da yeseniz, makarna da yeseniz ortalama fiyat aynı; yaklaşık 30 TL. Bu nedenle, menü çeşidiyle tatmin eden bigchefs, fiyatlandırma konusunda aynı olumlu düşünceyi oluşturamamış ne yazık ki.
 
İlkkez denediğim için, diğer restaurantlarda da varolan tavuk içerikli yemeği bal harmanlı sosuyla sunması ilginç geldiğinden tercihim bu oldu. Servis edilen tabak içeriği sunum itibariyle güzeldi. yemeğim ise tam bir hayal kırıklığı oldu. Bütün alışveriş merkezlerinde adım başı karşınıza çıkan tavuk içerikli menüleriyle ünlü benzer tüm restaurant ya da lokantalarda bulabileceğim, bulduğum ve tükettiğim bu yiyecek, farklı lezzetteki sosuna rağmen ana maddesi tavuk etinin özensizliğinden dolayı aç kalmama sebep oldu. Isırdığım ilk parçada etin içindeki kıkırdağı dişlerimin arasında hissetmemle "kötü şans" deyip peçeteye çıkarıp masaya bıraktım. ikinci parçada yine aynı şey olunca masadaki tavuk eti sarılmış peçete sayısı ikiye çıktı. Üçüncüde de aynı şey olunca tabağımı masanın köşesine bırakmak durumunda kaldım çaresiz. Ailem huysuzluk yaptığımı sanmasın diye, tabaktaki tavuk etlerini onlara paylaştırdım. Aynı şey onlar tattığında da tekrarlandı. Yenilesi bir yanı olmayan yoğun kıkırdak içerikli bir Bigchefs tavuğuna para ve zaman harcamış, üstelik aç kalmış oldum. Tabağımı alan görevliye durumu anlattım ve bana yeni bir siparişim olursa getirebileceğini de söyledi. Ancak beklentime rağmen beklentimin altında gelen ve midem yerine masadaki peçetelerin içinde duran yemeğime bakınca bu teklifi kabul etmedim.
 
Bu benim ilk ve son ziyaretim oldu Bigcefs Tuzla'ya. Sebebi yalnızca yenilecek yanı olmayan yemeğim değil. Belki o gün bana denk geldi, bir daha tekrarı olmayabilir, daha lezzetli yiyecekler de mutlaka vardır. Ancak bunu bir kez daha test etmek istemem açıkçası. Beni bu restauranttan soğutan iki olay daha oldu o gün.
 
Bunlardan biri 2 kez istememize rağmen masamıza kül tablası gelmeyişi ve su şişesinin küçücük kapağını küllük olarak kullanmak zorunda kalmamız. Garson masayı toplarken durumu farkedip bir küllük getirdi gerçi ama biz artık kalkmaya hazırlanıyorduk o esnada.
 
Mekandan ayrılırken uğradığım tuvaletler de rutin temizlenmiş ancak detaya girilmemiş haliyle bigchefs adına yakışmıyordu.
 
Üçüncü ve benim asla hoş göremeyeceğim durum ise insana saygı açısından şöyle gelişti. Biz sahile yakın kenar masada otururken yaklaşık 20 metre ötede kıyıda yeralan kayalık bölümde (sonradan getirilen büyük taş parçalarıyla oluşturulan kıyı şeridi) gezinen iki delikanlı ve onların biraz ilerisinde iki genç kız ayrı ayrı oturup denizi seyrediyor ve sohbet ediyorlardı. Mekan çalışanlarından bir garson mekandan çıkarak yanlarına gitti ve burada oturamayacaklarını söyleyerek uzaklaşmalarını istedi ve gençler bunun üzerine oturdukları yerden kalkıp uzaklaştılar. Orada oturup sohbet etmeleri ne manzaramızı kapatıyordu ne de çevreye bir rahatsızlık veriyorlardı. Sahil şeritlerinin tüm halkın ortak kullanımına ait olduğunu bilirsiniz. Ünlü plajlarda dahi bunun eylemlerini yapan ve ücret ödemeden girme hakkına sahip olduklarını dile getiren gruplar oldu ve yasaya dayanan haklı eylemlerinin arkasında durdular hep. Sırf bir mekanın manzarasına dahil olduğu için deniz kenarında oturup dinlenememek o gençlerin hakettiği bir durum değil. olmamalı da. Hiç bir mekan sahibi de "halkın" nerede oturup nerede oturamayacağının kararını verecek yetkiye sahip olmamalı.
 
Bu nedenle Bigcefs Tuzla deneyimim 10 üzerinden 1 puanı dahi haketmedi. Bu yorum benim o gün yaşadığım servis kalitesiyle ilgilidir, bağlayıcı değildir elbet ama en azından bu isim için biraz daha dikkat ve özen gerektirmeliydi. Sonuç olarak masada karşımda duran sorunun yanıtı kaçınılmazdı.
 
Bugün bizi mutlu edemediniz bigchefs.

 

11 Şubat 2018 Pazar

İyilik Perisi

Pazarlık alış-verişin olmazsa olmazı elbet.
Ama ısrarcılıkta level atlamak bizim milletimize has bir özellik.
Akla hayale gelmeyecek bahaneler saniyeler içinde sıralanıveriyor tezgahta.
Bazen pazarlık esnasında söyleyeceği sözleri evde çalışıp gelen bile var.
Anlaşılıyor oynadığı tiyatro. Beceremiyor çünkü. Neden? Çünkü tezgahta terapist var.


4 Şubat 2018 Pazar

Yarından Başka

Yazmakla yazmamak arasında kalınan yaşanmışlıklar var ki; pişman olmak mı yoksa – kötü de olsa- yaşamış olmaktan ayrı bir huzur duymak mı gerektiğine net bir yanıt bulamıyor insan. başkalarınca sorulan ya da kendi kendine sorduğun onca soruya yanıt bulamamışken bir yandan da verilecek yeni hesaplara konu anılar biriktirmeye devam ediyorsun ister istemez. Bir noktasında her şeyi durdurup bozulan kısımları tamir etmek gibi bir lüksün ne yazık ki hiç yok ve olmayacak. Varsa eğer yolunda gitmeyen, senaryonun dışına taşan kısımlar; yazılanı değiştirmek yerine, her şeyi bırakıp yeni bir projeyi hayata geçirmek üzere, tümünü resetlemek, sil baştan, yeniden ve yenisine başlamak için hiçbir zaman geç olmayacak; “yarından başka”.
 
Yapılacak ya da yapılabilecek her ne varsa insan hayatında, en doğru zaman şu andan ötesi değil. 
Şu an yapamıyorsan bil ki senin önünde sınırların, şüphelerin, korkuların, çekimserliğin var. Şu an yapamıyorsan bireyselliğini örseleyen bir toplumsallığın söz konusu yaşamında. Kendin olamıyor ve kendin için istemiyorsun demektir bu da sonuçta. Benliği öne aldığında insan, daha mutlu bizler için yer açmaya adım atabileceğinin farkına ve huzuruna varabilmek adına en büyük adımı atmış olacaktır. Elbette bu adımı atmak yazıldığı ya da sözlendiği kadar kolay olmayacaktır hayatta. Bir çıkış yapabilmek için mutlak surette bir iniş, bir çöküş yaşama olasılığı yüksektir. Yani insan hayatında ödenmesi gereken diyetler söz konusudur daima. Hep bir karmaşadır insan hayatı. Büyümek için bir telaş, büyümemek için ayrı bir telaş. Zengin ya da aranan kişi olmak için bir çaba, bunun karşısında salt mutlu ve sağlıklı olmak için sarfedilen zamanlar. Neticede ihtiyaçlar sonsuz, imkanlar hep sınırlı görünür. Öyle de kabul edilir. Manevi sorumluluğun yüksek olduğu gruplarda devam eden; toplumsallaşma ve bireylikten uzak yaşantılarda daha yoğun hissedildiği muhakkak söz konusu sınırların. Yaşamak kadar güzel bir olguyu gereksiz ya da yersiz sınırlar çizerek yaralamak yerine her anından maksimum tadı alacak şekilde yararlanmak da mümkün. Bazılarının “gemileri yakmak” bazılarının “sınırları kaldırmak” bazılarınınsa “keçileri kaçırmak” şeklinde ya da benzer türetilmiş sıfat ve deyimlerle adlandırdığı kişi olmayı göze alabilmekte gizli bunun gerçeği. Sağlıklı toplum sağlıklı bireylerden oluşur tanımlamasının aksine, toplum olmak; bireyi kendinden uzaklaştırmaya, “DAHİL” olmaya yönlendiren, çekim gücü yüksek bir unsur.
Kişi daima diğerlerine karşı sorumlu olmanın getirdiği yükümlülüklerle sınırlamaya çalıştığı bir hayatı yaşıyor olmaktan yana dışarıdan fark edilmeyen bir çığlıkla savaşır dahil olduğu kurallar sinsilesiyle. “benim” istediğimin önünde, toplumun “benden” istedikleri var sürekli. Yaşam tarzını belirleyen duruş, konuşma, tavır, giyim ve benzeri alt kriterler başta olmak üzere beğenilere dek kişiyi yönlendiren toplum, homojenleşmeye yönelttiği en küçük parçası olan bireyi korumak adına aslında en büyük zararı da verebiliyor. Bir iş yerinde çalışan 4 erkek bireyden 3’ü saç boyunu kısalttığında, 4. birey de farkında olmadan bunu grubun bir kuralı olarak algılıyor ve saç boyunu kısaltıyor. Böyle olunca diğer bireyler tarafından olumlu tepkilerle onaylanarak mutlu olabiliyorken, mesai bitip kendi özel grubuna döndüğünde önceki onaylamanın aksi bir durumla karşılaşabilmesi de olası. İş yerinde dahil olunan küçük topluluk ile iş dışında dahil olunan diğer topluluk arasındaki bu çatışma farklı gruplar, topluluklarla ve farklı zamanlarda,
kişiyi sürekli bir yönlendirme ve kendisine dahil etme çabasıyla, sonuçta içsel çatışmaya götüren, iç dünyasında oluşacak olası bir çatışmaya zemin hazırlayan bir süreci yaşamaya mahkum ediyor bireyi. Bu süreci yaşamayı reddeden ya da kuralların kendisi için olmadığının farkına varan bireylerde ise, huzur; “belki” ama mutluluk derecesinin diğerlerine oranla daha yüksek seviyelerde gözlenebildiği de görülmektedir. Bu bireylerde yalnız olmanın getirdiği bir huzur eksikliği ancak kendi olmanın getirdiği bir mutluluktan sözedebiliriz. Topluma dahil olarak olası tehlikelerden uzak kalabilmek ya da riskleri paylaşabilme ihtimalinden kaynaklanan bir huzurla yaşamak mümkün iken, toplumu reddederek kendi önceliğini ele alarak ve kendi doğrularını hayata geçirerek mutlu bir yaşamı sağlamak da mümkündür.


23 Ocak 2018 Salı

ERİK AĞACI


Güneşin dışarı kaçarken pencerenin pervazında sıkışıp kaldığı, günün batmakla batmamak arasında direndiği saatlerin karanlıktan korkarcasına yarına kaçmak için hızla ilerlediği anlardan biri. Öyle korkmuş öyle telaşlı duruyor ki komidinin üzerinde çalar saatim, tik takları koca bir yürek atışı gibi dolduruyor odamın içini. Yalnız olduğumu sandığım aslında koca bir yalnızlığı paylaştığım eşyalara takıldı gözüm. Hepsi kendi halinde hepsi gelişime umarsız, hepsi benden bihaber... neden sonra farketti beni pencerem. İçeri aldığı rüzgarla haber saldı eşyalara telaşla. Ve aynı telaşla kaçıştılar hepsi ayrı bir köşeye. Kaçmak isteyip de kaçamadığım anları, kurtulamadığım ve dahili olduğum hayatları düşündüm üzerine çöktüğüm ayrılık desenli kilimin üzerinde. O an farkettim ki bir o kaçmamış benden. Yerde kilimin üzerinde öylece duruyor. Ben ne kadar ondan kaçmayı becerebilmiş saysam da kendimi, o beni terketmemiş. Fotoğraf albümüm...  yerde, Kilimin kırmızı mavi renkleri arasında bana bakıyor. İki sayfa çocukluğum üzerine yapışmış, sayfalar arasında gülümsüyorum kendime. Sağımda babam, solumda annem. Ortada koca koca gözlerle gülümseyen ben. Yeni bir sayfada şimdi eskimiş yeni bir yaş. Pastanın üzerinde kaç mum var sayamıyorum çünkü mum yok. Pasta da yok. Hiç doğumgünüm olmadığından belki. Annemle öyle çok resmim de yok. Fotoğraflarımı hep annem çektiğinden belki. Albümlere sığmayacak kadar çok, herbirinde çocuk halimle güldüğüm fotoğraflar. Herbiri siyah-beyaz günlerini unutmuş, sararmaya yüz tutmuş bir yığın hatıra. Tutuştu tutuşacaklar. Uzanıp sayfanın kenarındaki közü uzak tutuyorum penceremden. Rüzgarı katıp alevlendirmesin diye ama nafile. Elim yanıyor dokunurken sayfalara. Bir kar fotoğrafı da olsa yakıyor elimi onca yıldan sonra. Bahçeli gecekondumuzun bana sonsuz bir alan gibi büyük gözüken mütevazı bahçesinde elimde koca bir kartopu gülümsüyorum kardanadama. Yanımda yengeler, komşu teyzeler, üzerimde annemin ördüğü hırka ve bere, ardımda erik ağacı. Her mevsim bahçeme ayrı bir güzellik katan o erik ağacı fon olmuş ardımda çocukluğuma. İşte bir diğerinde elimde kağıt kalem ben bir dalda, çantam başka bir dalda resim çiziyorum erik ağacının kolları arasında. Hayallerimi, belki de bugünümü resmediyorum.
 
 Kaçmak isteyince çıkar seyrederdim o ağacın kollarında mahalleyi. Sokağın diğer ucuna kadar kim geliyor, kim gidiyor görürdüm. Çoğu kez yan bahçe duvarından komşuannem seslenir onunla laflardık. Daha bebek denecek kadar küçükken annem bahçede çamaşır yıkarken beni de yanına alır, içeride çalan polis radyosundan çıkan namelere eşlik ederek işini görürmüş. Herhalde kanalı ayarlamaya gittiği anlardan biriydi. Annem içeride, leğen dışarıda, ben leğende tepetakla... işte bu yüzden bahçe duvarından atlayıp beni su dolu leğenden çıkardığı için “komşu-annem” o benim. Arka sokaklarda herkesin bir komşuannesi bir amcası daha vardır. İnsanlar birlikte büyür birlikte ölürler. Düğünlerde birlikte halay çekilir, cenazelerde komşu teyzenin yaptığı yemekler yenir hep birlikte. Mahallenin ağabeyleri senin ağabeyindirler, ablaları da ablan. Serpil abla gibi. serpil abla bahçenin diğer yanına duvar olan bizden yüksek iki katlı evin büyük kızıydı. Bizim asma çardağının altında çay içerken, yandaki kiremitlikten balkonlarına geçer, yediğimiz keklerden ona da verirdim. Annesiyle o da balkona çıkar sohbetimize katılırdı. Keklerin bir kısmı da annemden gizli kedilerime giderdi hep.  Öyle çok kedim vardı ki bahçemde. Çiçeklerim kadar neredeyse. O küçücük bahçede mısır çarşısından aldığımız tohumlara can verirdi bahar her yıl. Ne renk açacaklarını bilmeden merakla beklerdim. Ve o ilk çiçek çıktığında her ne renk olursa olsun bir çocuk doğmuş gibi mutlu olurduk annemle. İlk komşuanneme seslenirdim çiçeklerimi göstermek için. Sonra böbürlene böbürlene anlatırdım nasıl ektiğimi küçük ellerimle toprağa, nasıl suladığımı ve ne güzel açtıklarını. O da hep dinlerdi beni. Duvarın üzerinden görebildiğim yüzüyle. Bazen göremediğim, sesi soluğu çıkmadığı ya da bahçesinde başkalarıyla ilgilendiği, misafirleri olduğu zamanlar kıskanırdım komşuannemi benimle konuşmuyor diye. Hızla erik ağacına tırmanır, ne konuştuğuna, kimlerle oturduğuna bakardım. O gün bana hayrı olmayacaksa bahçeme iniş yapar çiçekleri küçük saksılardan daha rahat edecekleri büyüklerine geçirirdim. Mahalle gezmeleri bitmişse kedilerimle oyalanırdım. Kedilerimi hiç kapatmadım eve ben. Beni sevsinler ama bana bağlanmasınlar istedim. Ben yoksam da kendilerine yetsinler ya da özgürlüklerini yaşasınlar diye. Her tek gidişlerinden sonraki mevsim yavrularla döndüler bahçeme. Hepsine kucak açtık ben ve bahçem. Sarı-beyaz renkli beyzadem Yumak, kız kardeşi Sürtük ve onun açık külrengi yavruları. sonra onların yavruları, daha sonra yavruların yavruları. Sürekli bir hareket vardı bahçemde. Her bahar çiçekler açar, her bahar yeni yavrular gelirdi. İlkokul ikinci sınıf bittiğinde evdeki tek çocuk hakimiyetim sona erdiği yıllara kadar hepsi benim için birer kardeştiler. İki gün köye gitsek, her biri için komşuannemi ayrı, Serpil ablayı ayrı tembihlerdim aç kalmasınlar diye. Üzülürdüm her eve dönüşümde yemek yememişlerse eğer. Kedilerimle ilgili  hatırladığın en üzüntülü anım yavrulardan birinin araba altında kaldığı gündü. Hayır, ölmedi. En azından o gün. Karşı komşunun büyük oğlu Hüsamettin ağabeyim bizim bahçedeki araba garajından çıkarken farketmemiş ve ezivermişti zavallıyı. Arka ayakları ezilmiş, çığlıkları tüm gece bahçedeki karanlığı yırtarak kulaklarımda yankılanmıştı. Hiç uyumadım o gece. O dışarıda ben cam kenarında acı içinde sabahı ettik. Ve sabah olur olmaz kucağıma aldığım gibi hayvan hastanesine koştum. Taa ki hastane kapısından girdiğimde kesildi çığlıkları. Anlamıştı sanki iyileşeceğini diye düşünmüştüm. Doktora uzattım elimdeki kutuyu. Açtığında ‘istersen sana buradan başka bir yavru kedi verelim’ dedi. O minik bedeni buraya kadar dayanabilmişti. Elim boş döndüm eve. Hüsamettin ağabeye kızgındım, söylenip durdum, ağlayıp durdum kaç zaman. Sonra, birkaç yıl sonra Hüsamettin ağabey de Serpil abla da yavru kedimin yanına gittiler birlikte.

 
İstanbul’un adının kerbelaya çıktığı yıllardı. Suların birgün akıp bir ay akmadığı, muslukları açık bırakıp uyuduğumuz, tüm ev halkı borulardan gelecek sese kilitlendiğimiz günlerdi. Sıcaktı İstanbul o yaz. Her zamankinden daha da sıcak ve bir o kadar susuz. Arabası olanlar bidonlarını yükler, piknik yapmaya gider, dönüşte de savaş ganimeti gibi gördükleri içi su dolu bidonlarını kimselere göstermeden evlerine sokarlardı. Böyle bir Pazar günüydü. O gün canımız istemedi pikniğe gitmeyi. Serpil ablalar, karşı evdeki Hüsamettin ağabeyler ve kardeşler, çocuklar iki araba dolusu insan ve bagajlarda bidonlar pikniğe gittiler. Asmanın gölgesinde kahvaltımızı ederken uğurladık onları. Ve yine aynı asmanın altında akşam yemeğindeydik ki tek araba döndü piknikten, korkunç bir kaza haberiyle. Karşı yönden gelen başka bir aracın altına girmişlerdi Hüsamettin ağabeyin kullandığı araçla. Çocuklarıyla birlikte beş kişi dönmedi o akşam mahalleye. Ne o akşam ne de sonraki akşamlar... mahalle hep beş kişi eksik karşıladı sonraki baharları. Serpil ablanın annesi hep yalnız oturdu o balkonda sonraki yıllarda. O günden sonra bir daha kedilerim için üzülmedim. Üzülemedim. Kocası birkaç yıl boyunca her bayram mahalleye gelip kayınvalidesinin elini öptü. Sonra o da gelmekten vazgeçti. Belki evlendi, belki alıştı karısının ve küçük kızının ölümüne. Belki bıktı her bayram şu fotoğraflardaki gibi gülen yüzlerini sürekli hatırlamaktan.
 
 
Hep bir anı olsun diye poz verir saklarız da sonra bir gün baktığımızda yüzümüzde o acı tebessüm belirir. Ya bir yakınımızdır yanımızdaki uzun yıllar önce ölen, ya bir evdir taşınılmış, yaşanmışlarla terkedilmiş, ya çocukluğumuzdur uzaklarda kalmış. Ya da fotoğrafın kendisidir içinde sıkışıp kaldığımız. Tıpkı şu odanın içinde hapsolmuşluğum gibi. her gün bir milim daha üzerime inen duvarlar, başıma çöken tavan gibi. İşte pencere, işte kapı, çık hadi dışarı çıkabiliyorsan. Ya da çıkıp da çıktım, dışarıdayım diyebiliyorsan. Seçmişliğim böyle belli ki. Tercihim bizden değil, benden yana. Kimseyle ‘biz‘ olamamaktan yana derdim. Şu fotoğraflar gibi sararmaya başlayan kendim ne zaman tutuşacağım bir köşesinden bilmeden ama bekleyerek devam etmek zamana ve yaşamak çala kalem ne yazıldıysa, değiştirmeye çalışmadan. Dört duvarla çevrili bir firar ortamı. Sınırlar dahilinde kaç kaçabildiğin kadar ayrılık desenli kilimin renkleri arasında. Ya da saklan fotoğraf albümünün sayfalarından seni çağıran çocuğun avuçlarına. İşte her daim kaçış noktam köyümün yolları. Yanımda halam, zeytin ağacının dibinde oturuyoruz. Bir elimle kardeşimi yüzdürüyorum gölün sularında. Diğer elim mikrofon tutuyor şiir okurken okulun bahçesinde. Ve onlarca görüntü beliriyor sararmış fotoğraflar arasında hatırladığım. Hiç yazılmamış mektuplar gibi, çekilmemiş yığınla fotoğraf geçmişime dair. Bana dair. Kare kare, kopuk ama anlık mutluluklar, hüzünlerle kendimi buluyorum her birinde. Kilim toprak, duvarlar gökyüzü olup açıyor kapılarını odamın. Belli ki benim cesaretim olmadığını anlıyorlar bu yalnızlığı bitirmeye. Sonunda odamdan da kovuluyorum işte çocukluğumdan kovulduğum gibi. Bir albüm dolusu hatırayı kırmızı renkli, ayrılık desenli kilimin üzerinde bırakıyor ve uzaklaşıyorum yarı aralık pencerenin öte yanına doğru. Yaşanmışları yaşanmışlığıyla bırakıp yaşanmamışları yaşamak ve getirip boş kalan sayfalara yerleştirmek  üzere çıkıyorum dışarıya. Elimde yadigar fotoğraf makinem. Yavru bir kedi gelip sürtünüyor ayaklarıma. Dışarısı çok sıcak. İstanbul yine piknik havasına bürünmüş. Eğilip kucağıma alıyorum yavru kediyi. Mırıldanıyor;
 
 
– “Benimle pikniğe gelir misin?”  
 
 
Atakan ATASOY

BİR DE NALAN



Kareye tam oturtulmuş bir hareket fotoğrafı. Sıvası dökülmüş duvarlarıyla fonu kaplayan eğreti apartmanlar, arka sokakların pamuk helvayla mutlu olabilen çocuk yüzleri, çocuk yüzlerle mutlu olan bir annenin tebessümü. Hepsi ayrı ayrı toplanmış, biraraya getirilmiş gibi şu fotoğraf karesi için. Şu masum mutlu haller ne kadar hoş duruyor sarı kağıt üzerinde. Bir elde pembe pamuk helva, diğerinde karşı evin Nalan'ı, Hatıralardaki en eski arkadaş. Arkada mahalleyi İstanbul'a bağlayan yolların başlangıcı yokuş sokaklar. Kenarından dönüversen bizim yalancı bakkal. Her seferinde acaba bu sefer beni neyle, nasıl kandırdı diye elimdeki kuruşları saya saya eve döndüğüm bakkal. Tam arkada yalnız yaşayan yaşlı emekli albay ve onun yaşlı kızkardeşinin oturduğu evin aspiratörlü mutfak penceresi. Kimbilir kaç kez düştüm yalınayak koştuğum bu sokakta bakkala giderken. Çoğunda da beni hep ürküten, garip bir korku veren yaşlı otorite albay ve onun beyaz saçlı, sakallı kız kardeşi yüzünden. Sırf beni görüp de bakkaldan birşey aldırmasınlar diye. Oysa ne kibar ne düzgün insanlardı mahallenin diğer sakinleri arasında. Bunun için belki de garipti benim için bu İstanbul beyefendisi albay ve onun sevgili kızkardeşi. En sevdiğimizin bile mahalle kavgalarında ilk satışa getirdiği bizler alışık değildik böylelerine.

Mesela Nalan. Bakmayın Nalan'ın böyle elimden tutup gülücük dağıttığına. Oynar gülerdik ama ilk fırsatta da birbirimizin gözünü oymaya hazır beklerdik. Sen deli ben senden deli hesabı. Ve her kavganın sonunda bir hafta ara verilirdi arkadaşlığa. Karşı pencerelerde elimizde yağ sürülmüş ekmeklerimiz pencerelere çıkar, demirlerin arasından ayaklarımızı sarkıtır, birbirimize kimin ekmeği daha güzel havası atardık. Haliyle büyüdük. Evler de küçüldü aksine. Peşimiz sıra yetişen kardeşlerimiz de karışınca oyunlarımıza, yetmez oldu nohut odalarımız bizlere. Önce Nalan taşındı mahalleden sonra da biz.Dediler ki apartmana çıkmış Nalanlar. Güzel okullara yazılmışlar. Bize ne bundan dedik. Ama bir iki mahalle ziyaretinde anlaşıldı ki apartman çocuğu olmuş bizim konduların kızı. İlk arkadaş kazığıdır o tanımamazlık bana. Öyle bir bakmıştı ki o yabancı gözler, ne pamuk helvası kaldı erimeyen ne de çocuk yüreğim ellerimde...

Nalan'la başladı mahallenin şehre göçü. Ve her boşalan evde hemen bir hafta sonrasında başka bir duman tüttü bacadan. Çünkü hep bir umut oldu istanbul'un bu arka sokakları köyden gelecek akrabalar için. Her evin bir köylüsü vardı o zamanlarda. Ya bir delikanlıydı bu iş umuduyla akrabalarının yanına yerleşen ya da bir genç kızdı şehirden hayırlı bir kısmet bekleyen. Sonunda bizim mahallenin parasızlıktan evlenemeyen bütün delikanlıları "şehirli çocuk" sıfatıyla birer ikişer aile kütüklerine yazdırdılar komşunun akraba kızlarını. Kınalarında oynadık, düğünlerinde dansettik elbirliğiyle bütün mahalle. Daha iyi olacaktık, daha büyük olacaktık belki ama gitgide daha bir yabancı olduk birbirimize. Halayın boyu uzadıkça ucunu göremez, görsek de mendili sallayan elin sahibini tanıyamaz, çıkaramaz olduk bir yerlerden. Mahallenin bir ileri gelenleri bir de yeni gelenleri vardı artık. Gelenlerle gidenlerin hesabı sonunda birbirine karıştı. Annelerimizin ve komşu teyzelerimizin tabiriyle bizim sokağımız bize yabancı olmuştu. Önce çocuklar evlendirilip yerleştiler uzak semtlere. Ardından anneler ve hala yaşıyorsa babalar gittiler çocukların evlerine.

Bizler gidenler olduk. Yenildik mi yenilere yoksa yeniliği mi denedik başka mahallelerde bilinmez. Bildiğimiz ise yerimizin boş kalmadığıydı. Ne evlerimiz çürüdü bakımsızlıktan ne de bacalarımız tütmez oldu ardımızdan. Oyuncuların değiştiği ama oyunun hep aynı kaldığı bir sahne oldu bizim sokaklarımız. Işığıyla, dekoruyla, oyunuyla koca bir tiyatro sahnesi. Ve kimler geldi kimler geçti o sahneden. Kimi içimizden kimi kıyımızdan. Bakkalı bir kaç yıl daha oğlu işlettikten sonra belediyede işbaşı yapıp dükkanı devretti. Yaşlı albay ve kızkardeşi ondan daha önce taşındılar mahalleden zaten. kimbilir belki de biri öldü, biri ardından kahroldu. Yalınayak seksek oynadığımız yol taşları asfalt ziftleri altında boğulup kaldılar. Ama onun dışında herşey, herkes aynı kaldı o gecekondu mahallesinde. değişense sadece zaman oldu... Bir de Nalan...    
 
- Atakan ATASOY

BEREKETLİ TOPRAKLARDA ZEYTİN HASATININ ÖYKÜSÜ

"Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir?" SOFRALARIMIZIN SİYAH İNCİSİ Yazı ve Fotoğraflar : Atakan ATASOY Fonda bir ressamın ...