
Güneşin
dışarı kaçarken pencerenin pervazında sıkışıp kaldığı, günün batmakla batmamak
arasında direndiği saatlerin karanlıktan korkarcasına yarına kaçmak için hızla
ilerlediği anlardan biri. Öyle korkmuş öyle telaşlı duruyor ki komidinin
üzerinde çalar saatim, tik takları koca bir yürek atışı gibi dolduruyor odamın
içini. Yalnız olduğumu sandığım aslında koca bir yalnızlığı paylaştığım
eşyalara takıldı gözüm. Hepsi kendi halinde hepsi gelişime umarsız, hepsi
benden bihaber... neden sonra farketti beni pencerem. İçeri aldığı rüzgarla
haber saldı eşyalara telaşla. Ve aynı telaşla kaçıştılar hepsi ayrı bir köşeye.
Kaçmak isteyip de kaçamadığım anları, kurtulamadığım ve dahili olduğum
hayatları düşündüm üzerine çöktüğüm ayrılık desenli kilimin üzerinde. O an
farkettim ki bir o kaçmamış benden. Yerde kilimin üzerinde öylece duruyor. Ben
ne kadar ondan kaçmayı becerebilmiş saysam da kendimi, o beni terketmemiş.
Fotoğraf albümüm... yerde, Kilimin
kırmızı mavi renkleri arasında bana bakıyor. İki sayfa çocukluğum üzerine
yapışmış, sayfalar arasında gülümsüyorum kendime. Sağımda babam, solumda annem.
Ortada koca koca gözlerle gülümseyen ben. Yeni bir sayfada şimdi eskimiş yeni bir
yaş. Pastanın üzerinde kaç mum var sayamıyorum çünkü mum yok. Pasta da yok. Hiç
doğumgünüm olmadığından belki. Annemle öyle çok resmim de yok. Fotoğraflarımı
hep annem çektiğinden belki. Albümlere sığmayacak kadar çok, herbirinde çocuk
halimle güldüğüm fotoğraflar. Herbiri siyah-beyaz günlerini unutmuş, sararmaya
yüz tutmuş bir yığın hatıra. Tutuştu tutuşacaklar. Uzanıp sayfanın kenarındaki
közü uzak tutuyorum penceremden. Rüzgarı katıp alevlendirmesin diye ama nafile.
Elim yanıyor dokunurken sayfalara. Bir kar fotoğrafı da olsa yakıyor elimi onca
yıldan sonra. Bahçeli gecekondumuzun bana sonsuz bir alan gibi büyük gözüken
mütevazı bahçesinde elimde koca bir kartopu gülümsüyorum kardanadama. Yanımda
yengeler, komşu teyzeler, üzerimde annemin ördüğü hırka ve bere, ardımda erik
ağacı. Her mevsim bahçeme ayrı bir güzellik katan o erik ağacı fon olmuş
ardımda çocukluğuma. İşte bir diğerinde elimde kağıt kalem ben bir dalda,
çantam başka bir dalda resim çiziyorum erik ağacının kolları arasında.
Hayallerimi, belki de bugünümü resmediyorum.
Kaçmak
isteyince çıkar seyrederdim o ağacın kollarında mahalleyi. Sokağın diğer ucuna
kadar kim geliyor, kim gidiyor görürdüm. Çoğu kez yan bahçe duvarından
komşuannem seslenir onunla laflardık. Daha bebek denecek kadar küçükken annem
bahçede çamaşır yıkarken beni de yanına alır, içeride çalan polis radyosundan
çıkan namelere eşlik ederek işini görürmüş. Herhalde kanalı ayarlamaya gittiği
anlardan biriydi. Annem içeride, leğen dışarıda, ben leğende tepetakla... işte
bu yüzden bahçe duvarından atlayıp beni su dolu leğenden çıkardığı için
“komşu-annem” o benim. Arka sokaklarda herkesin bir komşuannesi bir amcası daha
vardır. İnsanlar birlikte büyür birlikte ölürler. Düğünlerde birlikte halay
çekilir, cenazelerde komşu teyzenin yaptığı yemekler yenir hep birlikte.
Mahallenin ağabeyleri senin ağabeyindirler, ablaları da ablan. Serpil abla
gibi. serpil abla bahçenin diğer yanına duvar olan bizden yüksek iki katlı evin
büyük kızıydı. Bizim asma çardağının altında çay içerken, yandaki kiremitlikten
balkonlarına geçer, yediğimiz keklerden ona da verirdim. Annesiyle o da balkona
çıkar sohbetimize katılırdı. Keklerin bir kısmı da annemden gizli kedilerime
giderdi hep. Öyle çok kedim vardı ki
bahçemde. Çiçeklerim kadar neredeyse. O küçücük bahçede mısır çarşısından
aldığımız tohumlara can verirdi bahar her yıl. Ne renk açacaklarını bilmeden
merakla beklerdim. Ve o ilk çiçek çıktığında her ne renk olursa olsun bir çocuk
doğmuş gibi mutlu olurduk annemle. İlk komşuanneme seslenirdim çiçeklerimi
göstermek için. Sonra böbürlene böbürlene anlatırdım nasıl ektiğimi küçük
ellerimle toprağa, nasıl suladığımı ve ne güzel açtıklarını. O da hep dinlerdi
beni. Duvarın üzerinden görebildiğim yüzüyle. Bazen göremediğim, sesi soluğu
çıkmadığı ya da bahçesinde başkalarıyla ilgilendiği, misafirleri olduğu
zamanlar kıskanırdım komşuannemi benimle konuşmuyor diye. Hızla erik ağacına
tırmanır, ne konuştuğuna, kimlerle oturduğuna bakardım. O gün bana hayrı
olmayacaksa bahçeme iniş yapar çiçekleri küçük saksılardan daha rahat
edecekleri büyüklerine geçirirdim. Mahalle gezmeleri bitmişse kedilerimle
oyalanırdım. Kedilerimi hiç kapatmadım eve ben. Beni sevsinler ama bana
bağlanmasınlar istedim. Ben yoksam da kendilerine yetsinler ya da
özgürlüklerini yaşasınlar diye. Her tek gidişlerinden sonraki mevsim yavrularla
döndüler bahçeme. Hepsine kucak açtık ben ve bahçem. Sarı-beyaz renkli beyzadem
Yumak, kız kardeşi Sürtük ve onun açık külrengi yavruları. sonra onların
yavruları, daha sonra yavruların yavruları. Sürekli bir hareket vardı bahçemde.
Her bahar çiçekler açar, her bahar yeni yavrular gelirdi. İlkokul ikinci sınıf
bittiğinde evdeki tek çocuk hakimiyetim sona erdiği yıllara kadar hepsi benim
için birer kardeştiler. İki gün köye gitsek, her biri için komşuannemi ayrı,
Serpil ablayı ayrı tembihlerdim aç kalmasınlar diye. Üzülürdüm her eve
dönüşümde yemek yememişlerse eğer. Kedilerimle ilgili hatırladığın en üzüntülü anım yavrulardan
birinin araba altında kaldığı gündü. Hayır, ölmedi. En azından o gün. Karşı
komşunun büyük oğlu Hüsamettin ağabeyim bizim bahçedeki araba garajından
çıkarken farketmemiş ve ezivermişti zavallıyı. Arka ayakları ezilmiş,
çığlıkları tüm gece bahçedeki karanlığı yırtarak kulaklarımda yankılanmıştı.
Hiç uyumadım o gece. O dışarıda ben cam kenarında acı içinde sabahı ettik. Ve
sabah olur olmaz kucağıma aldığım gibi hayvan hastanesine koştum. Taa ki
hastane kapısından girdiğimde kesildi çığlıkları. Anlamıştı sanki iyileşeceğini
diye düşünmüştüm. Doktora uzattım elimdeki kutuyu. Açtığında ‘istersen sana buradan
başka bir yavru kedi verelim’ dedi. O minik bedeni buraya kadar dayanabilmişti.
Elim boş döndüm eve. Hüsamettin ağabeye kızgındım, söylenip durdum, ağlayıp
durdum kaç zaman. Sonra, birkaç yıl sonra Hüsamettin ağabey de Serpil abla da
yavru kedimin yanına gittiler birlikte.
İstanbul’un
adının kerbelaya çıktığı yıllardı. Suların birgün akıp bir ay akmadığı,
muslukları açık bırakıp uyuduğumuz, tüm ev halkı borulardan gelecek sese
kilitlendiğimiz günlerdi. Sıcaktı İstanbul o yaz. Her zamankinden daha da sıcak
ve bir o kadar susuz. Arabası olanlar bidonlarını yükler, piknik yapmaya gider,
dönüşte de savaş ganimeti gibi gördükleri içi su dolu bidonlarını kimselere
göstermeden evlerine sokarlardı. Böyle bir Pazar günüydü. O gün canımız
istemedi pikniğe gitmeyi. Serpil ablalar, karşı evdeki Hüsamettin ağabeyler ve
kardeşler, çocuklar iki araba dolusu insan ve bagajlarda bidonlar pikniğe
gittiler. Asmanın gölgesinde kahvaltımızı ederken uğurladık onları. Ve yine
aynı asmanın altında akşam yemeğindeydik ki tek araba döndü piknikten, korkunç
bir kaza haberiyle. Karşı yönden gelen başka bir aracın altına girmişlerdi
Hüsamettin ağabeyin kullandığı araçla. Çocuklarıyla birlikte beş kişi dönmedi o
akşam mahalleye. Ne o akşam ne de sonraki akşamlar... mahalle hep beş kişi
eksik karşıladı sonraki baharları. Serpil ablanın annesi hep yalnız oturdu o
balkonda sonraki yıllarda. O günden sonra bir daha kedilerim için üzülmedim.
Üzülemedim. Kocası birkaç yıl boyunca her bayram mahalleye gelip
kayınvalidesinin elini öptü. Sonra o da gelmekten vazgeçti. Belki evlendi,
belki alıştı karısının ve küçük kızının ölümüne. Belki bıktı her bayram şu
fotoğraflardaki gibi gülen yüzlerini sürekli hatırlamaktan.
Hep bir
anı olsun diye poz verir saklarız da sonra bir gün baktığımızda yüzümüzde o acı
tebessüm belirir. Ya bir yakınımızdır yanımızdaki uzun yıllar önce ölen, ya bir
evdir taşınılmış, yaşanmışlarla terkedilmiş, ya çocukluğumuzdur uzaklarda
kalmış. Ya da fotoğrafın kendisidir içinde sıkışıp kaldığımız. Tıpkı şu odanın
içinde hapsolmuşluğum gibi. her gün bir milim daha üzerime inen duvarlar,
başıma çöken tavan gibi. İşte pencere, işte kapı, çık hadi dışarı
çıkabiliyorsan. Ya da çıkıp da çıktım, dışarıdayım diyebiliyorsan. Seçmişliğim
böyle belli ki. Tercihim bizden değil, benden yana. Kimseyle ‘biz‘ olamamaktan
yana derdim. Şu fotoğraflar gibi sararmaya başlayan kendim ne zaman tutuşacağım
bir köşesinden bilmeden ama bekleyerek devam etmek zamana ve yaşamak çala kalem
ne yazıldıysa, değiştirmeye çalışmadan. Dört duvarla çevrili bir firar ortamı.
Sınırlar dahilinde kaç kaçabildiğin kadar ayrılık desenli kilimin renkleri
arasında. Ya da saklan fotoğraf albümünün sayfalarından seni çağıran çocuğun
avuçlarına. İşte her daim kaçış noktam köyümün yolları. Yanımda halam, zeytin
ağacının dibinde oturuyoruz. Bir elimle kardeşimi yüzdürüyorum gölün sularında.
Diğer elim mikrofon tutuyor şiir okurken okulun bahçesinde. Ve onlarca görüntü
beliriyor sararmış fotoğraflar arasında hatırladığım. Hiç yazılmamış mektuplar
gibi, çekilmemiş yığınla fotoğraf geçmişime dair. Bana dair. Kare kare, kopuk
ama anlık mutluluklar, hüzünlerle kendimi buluyorum her birinde. Kilim toprak,
duvarlar gökyüzü olup açıyor kapılarını odamın. Belli ki benim cesaretim
olmadığını anlıyorlar bu yalnızlığı bitirmeye. Sonunda odamdan da kovuluyorum
işte çocukluğumdan kovulduğum gibi. Bir albüm dolusu hatırayı kırmızı renkli,
ayrılık desenli kilimin üzerinde bırakıyor ve uzaklaşıyorum yarı aralık
pencerenin öte yanına doğru. Yaşanmışları yaşanmışlığıyla bırakıp
yaşanmamışları yaşamak ve getirip boş kalan sayfalara yerleştirmek üzere çıkıyorum dışarıya. Elimde yadigar
fotoğraf makinem. Yavru bir kedi gelip sürtünüyor ayaklarıma. Dışarısı çok
sıcak. İstanbul yine piknik havasına bürünmüş. Eğilip kucağıma alıyorum yavru
kediyi. Mırıldanıyor;
– “Benimle
pikniğe gelir misin?”
- Atakan ATASOY